J.K. Rowling’in kaleminden yeni bir peri masalı: The Ickabog. Yazar, Harry Potter serisini yazdığı sıralarda başladığı bu öyküyü yıllar sonra internet üzerinden ücretsiz olarak yayınlanıyor. FantastikCanavarlar.com olarak bizler de bölümleri Türkçeye çevirip sizlerle buluşturuyoruz.
The Ickabog hakkında daha detaylı bilgi için buraya tıklayabilirsiniz.
– giriş, önsöz ve ilk bölümler-
– bölüm 57 –
– bölüm 58 –
– bölüm 59 –
bölüm 60
İsyan
Bazen öyle anlar varmış ki, birbirlerinden kilometrelerce uzaklıkta yaşayan insanlar, bir şekilde, harekete geçme zamanının geldiğini anlarmış. Belki de, fikirler tıpkı hafif meltemli havalarda uçuşan polenler gibi yayılırmış. Öyle ya da böyle, sarayın zindanlarında, döşeklerinde ya da hücrelerinin duvarlarındaki taşlarda bıçaklar, keskiler, ağır tavalar ve merdaneler saklayan mahkûmlar sonunda hazırmış. Ickabog’un Kurdsburg’e yaklaştığı günün şafağında, hücreleri yüz yüze bakan Kaptan Goodfellow ile Bay Dovetail uyanık, beti benzi atmış ve gergin bir şekilde yataklarının kenarlarında oturuyorlarmış. Çünkü bugün, birbirlerine söz verdikleri gibi, kaçacakları ya da bunun uğruna ölecekleri günmüş.
Mahkûmların birkaç kat yukarısında, Lord Spittleworth da uyanıkmış. Ayaklarının altında bir isyanın baş göstermek üzere olduğundan ya da gerçek ve canlı bir Ickabog’un Chouxville’e doğru yaklaşmakta olduğundan tamamen habersiz bir şekilde, duşunu almış, Baş Danışmanlık cüppesini giyinmiş ve sonra da bir haftadır kapısına nöbetçi diktiği ahırın kilitli kanadına doğru yürümeye koyulmuş.
“Geride durun,” demiş Spittleworth, nöbet tutan askerlere ve kapının kilidini açmış.
Yorgunluktan tükenmiş terzi kadın ve erkeklerden oluşan bir grup, ahırın içinde bir canavar modelinin yanında bekliyormuş. Model bir boğa büyüklüğündeymiş; kösele gibi derisi varmış ve dikenlerle kaplıymış. Ayaklarında korkutucu pençeler, ağzında sivri dişler varmış ve öfkeli bakan gözleri alev alev parlıyormuş.
Spittleworth yaptıkları modelin etrafında yavaş adımlarla yürürken, terziler onu korkuyla izlemişler. Modele yaklaşınca dikiş izleri görülebiliyor, gözlerin camdan, dikenlerin derinin üzerine çakılan çivilerden, pençe ve sivri dişlerin ise boyanmış tahtadan başka bir şey olmadığı anlaşılıyormuş. Eğer canavarı dürterseniz, dikiş yerlerinden talaş tozları fışkırıyormuş. Gel gelelim, yine de, ahırın loş ışığının altında, yaptıkları iş oldukça ikna edici görünüyormuş ve terziler, Spittleworth’un gülümsediğini görünce bir oh çekmişler.
“En azından mum ışığında iş görür,” demiş. “Sevgili kralın buna bakarken biraz geride durmasını sağlasam yeter. Ona dikenlerin ve dişlerin hâlâ zehirli olduğunu söyleriz.”
Çalışanlar birbirlerine rahatladıklarını gösteren bakışlar atmışlar. Bir haftadır gece gündüz demeden çalışmışlar. Ama neyse ki en sonunda ailelerinin yanına, evlerine dönebileceklermiş.
“Askerler,” demiş Spittleworth, avluda bekleyen nöbetçilere dönüp seslenerek, “bu insanları götürün. Eğer çığlık atarsanız,” diye de eklemiş tembel tembel, aralarında en genç olan terzi kadın tam öyle yapmak için ağzını açarken, “öldürüleceksiniz.”
Doldurulmuş Ickabog modelini yapan ekip askerler tarafından sürüklenerek götürülürken, Spittleworth ıslık çala çala üst kata, kralın dairesine doğru ilerlemiş. Oraya vardığında, Fred’i üzerinde ipek pijaması ve sakalında fileyle, Flapoon’u da çenesinin altına taktığı bir peçeteyle bulmuş.
“Günaydın, Majesteleri!” demiş Spittleworth, eğilerek. “Dilerim, güzel uyumuşsunuzdur. Bugün Majesteleri’ne bir sürprizim var. Ickabog’lardan birinin doldurulma işlemini tamamladık. Bir an önce görmek için yanıp tutuştuğunuzu biliyorum, Majesteleri.”
“Mükemmel, Spittleworth,” demiş kral. “Ondan sonra da, onu krallığın dört bir yanına gönderebiliriz, değil mi? İnsanlara neyle karşı karşıya olduklarını göstermek için.”
“Ben bunun yapılmasını pek tavsiye etmem, efendim,” demiş Spittleworth, birilerinin doldurulmuş Ickabog’u gün ışığında görmesi durumunda sahte olduğunu hemen anlayacaklarından korkarak. “Halkın paniğe kapılmasını istemeyiz. Siz, Majesteleri, bunu kaldırabilecek kadar cesur olsanız da–”
Ancak, Spittleworth daha cümlesini bitiremeden, kralın şahsi dairesinin kapıları pat diye açılmış ve Zorba John gözü dönmüş ve ter içinde kalmış bir halde içeri dalmış. Yolda gelirken bir değil, iki haydut grubu tarafından yolu kesilmiş. Bir ormanda kaybolduktan ve bir hendeğe atlayayım derken atından düştükten sonra, bir daha yakalanmamak için planladığı gibi Ickabog’dan çok daha önce saraya gelmeyi başaramamış. Panik içinde, kendini sarayın bulaşıkhanesindeki pencereden içeri atmış ve sarayın içinde iki muhafız peşine takılmış. Muhafızların her ikisi de onu kılıçlarından geçirmeye hazırmış.
Fred çığlığı basarak Flapoon’un arkasına saklanmış. Spittleworth ise hançerini çıkarıp ayağa fırlamış.
“Bir – bir Ickabog – var,” demiş Zorba John, soluk soluğa dizlerinin üstüne çökerken. “Gerçek – canlı – bir Ickabog. Buraya geliyor – yanında binlerce insanla – Ickabog – gerçek.”
Doğal olarak, Spittleworth ilk önce bu söylenene inanmamış.
“Onu zindanlara götürün!” diye bağırmış muhafızlara. Zorba John çırpınırken muhafızlar onu sürükleyerek odadan çıkarıp kapıları yeniden kapatmışlar. “Affınıza sığınıyorum, efendim,” demiş Spittleworth, elinde hâlâ hançerini tutarken. “Adamı kırbaçlatacağım ve onun saraya girmesine mani olamayan muhafızları da–”
Ancak, Spittleworth henüz cümlesini bitiremeden, iki adam daha kralın şahsi dairesine koşarak girmiş. Bu sefer gelenler, Ickabog’un yaklaşmakta olduğu haberini kuzeyden getiren, Spittleworth’un Chouxville’deki casuslarıymış. Ancak, kral onları daha önce hiç görmediği için yeniden korkunç bir çığlık atmış.

“Lo-Lordum,” demiş ilk casus, nefes nefese kalmış bir halde Spittleworth’a doğru eğilerek, “bir – Ickabog – buraya doğru – geliyor!”
“Ve onunla birlikte – bir – kalabalık da var,” demiş ikincisi, soluk soluğa. “O gerçekmiş!”
“Ickabog elbette gerçek!” demiş, kralın yanında başka ne diyeceğini bilemeyen Spittleworth. “Ickabog Savunma Birliği’ne bildirin – ben de birazdan avluda onlara katılacağım ve canavarı öldüreceğiz!”
Spittleworth casusları kapıdan kovalamış ve adamların, “Lordum, o gerçek ve insanlar onu seviyor!” ve “Onu gördüm, Lord’um, kendi gözlerimle!” diyen fısıldamalarını bastırmaya çalışarak onları koridora itmiş.
“Diğerlerini öldürdüğümüz gibi bu canavarı da öldüreceğiz!” demiş Spittleworth, yüksek sesle, kralın iyiliği için ve sonra da bıyık altından eklemiş: “Defolun gidin!”
Spittleworth casusların yüzüne kapıyı sıkı sıkı kapatmış ve canı sıkkın bir halde masaya geri dönmüş, ancak canının sıkkınlığını göstermemeye çalışıyormuş. Flapoon ise hâlâ Baronstown jambonu tıkınmakla meşgulmüş. Aklından, belli belirsiz, tüm bu içeri koşuşan ve Ickabog’un gerçek olduğunu söyleyen insanların arkasında Spittleworth’un olduğu geçiyormuş. O yüzden de zerre korkmuyormuş. Öte yandan Fred ise baştan ayağa zangır zangır titriyormuş.
“Canavarın güpegündüz kendini gösterdiğini düşünsene, Spittleworth!” demiş, inleyerek. “Sadece geceleri dolaştığını zannediyordum!”
“Evet, git gide daha da cesaretleniyor, öyle değil mi, Majesteleri?” demiş Spittleworth. Bu sözde gerçek Ickabog söylentilerinin ne olduğu hakkında hiçbir fikri yokmuş. Düşünebildiği tek şey, halktan birilerinin muhtemelen yiyecek çalmak ya da komşularından zorla altın koparmak için sahte canavar türünden bir şeyler uydurduklarıymış. Ancak, yine de durdurulması gerekiyormuş, elbette. Gerçek olan tek bir Ickabog varmış; o da, Spittleworth’un uydurduğuymuş. “Hadi, Flapoon! Canavarı Chouxville’e girmeden durdurmalıyız!”
“Ne kadar cesursun, Spittleworth,” demiş Kral Fred, çatlak bir sesle.
“Yok canım,” demiş Spittleworth. “Canım Cornucopia’ya feda olsun, Majesteleri. Bundan şüpheniz olmasın!”
Kapının dışında koşan ayak sesleri sessizliği yarmaya başladığında, Spittleworth’un eli kapı kolundaymış. Bu seferki seslere bağırma ve şıngırdama sesleri de eşlik ediyormuş.
Üstü başı pejmürde bir grup mahkûm ona doğru koşuyormuş. Grubun başında, elinde bir balta tutan beyaz saçlı Bay Dovetail ile elinde saray muhafızlarından birinin elinden kaptığı anlaşılan bir silah taşıyan Kaptan Goodfellow varmış. Onların hemen yanında Bayan Beamish, elinde kocaman bir tavayla saçları arkasında dalgalana dalgalana geliyor, onun hemen peşi sıra ise Leydi Eslanda’nın hizmetçisi Millicent elinde bir merdaneyle yaklaşıyormuş.
Spittleworth tam zamanında kapıyı kapattığı gibi sürgülemiş. Ancak saniyeler içinde, Bay Dovetail’in baltası tahta kapıya saplanıp kapıyı yarmış.
“Flapoon, çabuk!” diye bağırmış Spittleworth ve iki Lord da odanın karşısında bulunan ve avluya inen bir merdivene açılan diğer kapıdan kendilerini dışarı atmışlar.
Neler olduğu konusunda hiçbir fikri olmayan ve sarayın zindanlarına elli kadar insanın kapatıldığından bihaber olan Fred harekete geçmek için yavaş davranmış. Bay Dovetail’in kapıda açtığı yarıktan mahkûmların öfkeli yüzlerini görünce, o da zıplayıp Lord’ların arkasından sıvışmaya kalkışmış. Ancak, yalnızca kendi postlarını kurtarmanın derdinde olan Lord’lar, çıktıkları kapıyı arkalarından sürgüleyip kapatmışlar. Kral Fred, duvarın diğer tarafında, üzerinde pijamalarıyla, baltayla odasına girmeye çalışan kaçak mahkûmları izleyerek öylece kalakalmış.
Bölüm 61: Flapoon’un Ateşlenen Silahı
The Ickabog hakkındaki yorumlarınızı bizimle paylaşmayı unutmayın!
The post The Ickabog #60: J.K. Rowling’den Bir Peri Masalı – İsyan | OKU appeared first on Fantastik Canavarlar.