J.K. Rowling’in kaleminden yeni bir peri masalı: The Ickabog. Yazar, Harry Potter serisini yazdığı sıralarda başladığı bu öyküyü yıllar sonra internet üzerinden ücretsiz olarak yayınlanıyor. FantastikCanavarlar.com olarak bizler de bölümleri Türkçeye çevirip sizlerle buluşturuyoruz.
The Ickabog hakkında daha detaylı bilgi için buraya tıklayabilirsiniz.
– giriş, önsöz ve ilk bölümler-
– bölüm 8 –
– bölüm 9 –
– bölüm 10 –
bölüm 11
Kuzeye Yolculuk
Kral Fred’in keyfi, Chouxville’den çıkıp kırsal kesimlere doğru at sürdükçe daha da artmış. Kralın Ickabog’u bulmak için çıktığı ani yolculuğun haberi, geniş yeşil tarlalarda çalışan çiftçilere kadar yayılmış bile. Bunu duyan çiftçiler aileleri ile birlikte kralı, Lord’ları ve Saray Muhafızları’nı yakalayıp selamlamak için yollara doluşmuşlar.
Öğle yemeğini hâlâ yememiş olan kral, Kurdsburg’da durup bir şeyler yemeye karar vermiş.
Peyniriyle meşhur şehre girerken, “askerler olarak burada konaklayacağız, dostlar!” diye bağırmış kral, birliğine, “ve sabahın ilk ışığında tekrar yola çıkacağız!” demiş.
Ancak, elbette, Fred bir kral olarak askerler gibi konaklayacak değilmiş. Kurdsburg’un en iyi misafirhanesinde kalanlar krala yer verilmesi için sokaklara atılmış. Böylece Fred o gece kızarmış peynir ile çikolatalı fondüden oluşan sağlam bir yemeğin ardından, pirinçten yapılmış bir yatakta, kuş tüyünden bir döşeğin üzerinde uyumuş. Diğer taraftan, Lord Spittleworth ile Lord Flapoon ise geceyi ahırın üzerinde bulunan küçük bir odada geçirmek zorunda kalmış. Her ikisi de at sırtında geçirdikleri uzun bir günün ardından feci halde ağrılar çekiyormuş. Haftada beş kez ava çıktıkları düşünülünce bu hale gelmeleri biraz tuhafmış; ama gerçek şu ki, genelde ikisi de yalnızca yarım saat avlanır, sonra avdan kaçarak bir ağacın altına oturup saraya dönme vakti gelene kadar sandviç tıkınıp şarap içerlermiş. He ikisi de atın eyeri üzerinde saatler geçirmeye alışkın değilmiş ve Spittleworth’un kemikli poposu şimdiden su toplamaya başlamış.
Ertesi sabahın ilk saatlerinde, Binbaşı Beamish krala bir haber getirmiş: Baronstown vatandaşları onların kendi muhteşem şehirleri dururken kralın Kurdsburg’de uyumayı seçmiş olmasına çok içerlemiş. Popülerliğinin zarar görmesinden endişe duyan Kral Fred, birliğine, yol boyunca çiftçileri selamlayarak civardaki tarlaların etrafından dev bir çember çizeceklerini ve karanlık çökünce de Baronstown’da duracaklarını söylemiş. Baronstown’a vardıklarında, saray birliğini cızırdayan sosislerin enfes kokusu karşılamış. Ellerinde meşaleler taşıyan neşeli kalabalık, Fred’e şehrin en iyi odasına kadar eşlik etmiş. Orada krala közlenmiş öküz eti ile ballı jambon ikram edilmiş. Kral bu sefer de meşe ağacından yapılmış bir yatakta ve kaz tüyünden bir döşekte uyurken, Spittleworth ile Flapoon ise genelde iki hizmetçinin paylaştığı ufak bir tavan arası odayı paylaşmak zorunda kalmış. Artık Spittleworth’un poposu fena halde acıyormuş ve sırf sosis ustalarını mutlu etmek için bir çemberin içinde altmış beş kilometre at sürmeye zorlandığı için sinirinden köpürüyormuş. Kurdsburg’te bol miktarda peynir, Baronstown’da üç biftek gömen Flapoon ise tüm gece hazımsızlıktan inleye inleye bir hal olmuş.
Ertesi gün, kral ve adamları yeniden yola çıkmışlar ve bu kez kuzeye doğru ilerlemişler. Kısa bir süre sonra ise üzüm toplayıcılarının hevesle Cornucopia bayrakları sallayarak ortaya çıktığı ve kralın da büyük bir coşkuyla onları selamladığı üzüm bağlarından geçmişler. Spittleworth, poposuna bağladığı mindere rağmen, çektiği acı yüzünden neredeyse ağlayacak haldeymiş. Ve Flapoon’un geğirmeleri ve homurdanmaları ise, atların çıkardığı toynak sesleri ile dizginlerin şıngırdama sesleri arasında bile duyulabiliyormuş.
O akşam Jeroboam’a vardıklarında ise trompetlerle karşılanmışlar ve şehrin tamamı milli marşı söylüyormuş. Fred o gece kuğu tüyünden bir döşeğin olduğu ipekten dört direkli bir yatağa çekilmeden önce, bol bol köpüklü şarap içip yer mantarı yemiş. Ancak, Spittleworth ile Flapoon bu sefer de misafirhanenin mutfağının üzerinde bulunan bir odayı bir çift askerle paylaşmak zorunda kalmış. Jeroboam’ın sarhoş sakinleri sokakta taşkınlık yapıp duruyor, kralın şehirlerine gelişini kutluyorlarmış. Spittleworth gecenin büyük bir çoğunluğunu bir kova buzun üzerinde oturarak geçirmiş. Kırmızı şaraptan kafayı bulan Flapoon’un da durumu, geceyi bir köşede başka bir kovaya kusmakla geçirdiği için farklı değilmiş.
Ertesi günün şafağında, kral ve birliği Marshlands’e doğru yola çıkmadan önce Jeroboam halkı onlara şanlı bir uğurlama düzenlemiş; öyle ki, aynı anda patlayan şarap mantarlarının gök gürültüsünü andıran sesi, Spittleworth’un atının şaha kalkıp onu yere yapıştırmasıyla sonuçlanmış. Spittleworth’un kendine gelmesi için tokatlanması ve minderinin poposuna yeniden yerleştirilmesiyle, Fred sonunda gülmeyi kesmiş ve birlik yoluna devam etmiş.
Kısa bir süre sonra, birlik Jeroboam’ı da arkalarında bırakmış; şimdi etrafta sadece kuş cıvıltıları duyuluyormuş. Yolculuk süresince ilk başta yol kenarları boşmuş. İlerledikçe gür yeşillikleri olan topraklar, yerini, kuru çimlerin, eğri büğrü ağaçların ve iri kaya parçalarının olduğu bir bölgeye bırakmış.

“Ne tuhaf bir yer, değil mi?” diye bağırmış kral, neşeyle, arkasından gelen Spittleworth ile Flapoon’a. “Sonunda bu Marshlands topraklarını gördüğüm için acayip mutluyum, ya siz?”
Lord’ların ikisi de katıldıklarını belirtmiş, ama Fred yüzünü tekrar önüne dönünce, yüzlerine edepsiz ifadeler takınıp başının arkasına doğru dudaklarını oynatarak kaba saba laflar söylemişler.
Nihayet, saray birliği yolda birkaç insanla karşılaşmış ve karşılaştıkları bu insanlar onlara dik dik bakıyormuş. Taht Odası’ndaki çoban gibi, onlar da selam vermeyi ya da alkış tutmayı tamamen unutarak dizlerinin üzerine düşer gibi çökmüşler ve yüzlerindeki ifadeler sanki daha önce hiç kral ve saray birliği gibi bir şeyi görmemişler gibi şaşkınmış. Görmemiş gibi değil, aslında sahiden de hiç görmemişler, çünkü Kral Fred taç giyme töreninden sonra Cornucopia’nın tüm büyük şehirlerini ziyaret etmiş, ama kimsenin aklına Marshlands’in bu uzak topraklarını ziyaret etmesi gerektiği gelmemiş.
“Basit insanlar, evet, ama çok dokunaklı, değil mi?” demiş kral, adamlarına şen şakrak bir şekilde. Üstü başı yırtık birkaç çocuk görkemli atları görünce nefeslerini tutmuşlar. Bu denli gösterişli ve iyi beslenmiş hayvanları hayatları boyunca ilk kez görüyorlarmış.
“Bu gece nerede kalacağız?” diye mırıldanmış Flapoon, Spittleworth’a, gözleriyle viran haldeki taş kulübe evleri tararken. “Burada misafirhane yok!”
“Ama bir tesellimiz var, en azından,” diye fısıldamış Spittleworth. “O da bizim gibi konaklamak zorunda kalacak ve bakalım, bu onun ne kadar hoşuna gidecek!”
Öğleden sonra da at sürmeye devam etmişler ve en sonunda, güneş batmaya başlayınca, Ickabog’un yaşadığı söylenilen bataklık ufukta görülmüş: tuhaf şekilli kayalıkların çokça bulunduğu, büyük ve geniş bir karanlık.
“Majesteleri!” diye seslenmiş Binbaşı Beamish. “Bence şimdi buraya kamp kurup sabah da bataklığı incelemeye gidebiliriz! Majesteleri’nin de bildiği gibi, bataklık tehlikeli olabilir! Burada sis ani çöker. Bataklığa gün ışığında yaklaşmamız en iyisi!”
“Saçmalık!” demiş Fred, heyecanlı bir okul çocuğu gibi eyerinin üzerinde hoplayıp zıplayarak. “Bu kadar yaklaşmışken duramayız, Beamish!”
Kral’ın emri üzerine, birlik ilerlemeye devam etmiş; nihayet, ayın yükseldiği ve zifiri karanlık bulutların arkasında bir görünüp bir kaybolduğu esnada, bataklığın kenarına varmayı başarmışlar. Ancak, hiçbiri daha önce burası kadar ürkütücü başka bir yer görmemiş; vahşi, boş ve tamamen ıssız. Soğuk bir esinti sazlıkların arasında ıslık çalar gibi uğuldasa da, öte yandan ortama ölüm gibi bir sessizlik hâkimmiş.
“Görüyorsunuz ya, efendim,” demiş Lord Spittleworth, bir süre sonra, “arazi çok çamurlu. Ha koyun ha insan, burayı geçmeye kalkan herkes bataklığa saplanır. Sonra, aklı kıt her kimse bu dev kayalıkları ve taşları karanlıkta canavarlar gibi görür. Hatta bu otların hışırtısı bile yaratık fısıltısı zannedilebilir.”
“Evet, doğru, çok doğru,” demiş Kral Fred; ama sanki Ickabog’un bir kayanın arkasından pop diye çıkmasını bekler gibi, gözleri karanlık bataklığın üzerinde gezinmeye devam ediyormuş.
“O zaman, kamp kuralım mı, efendim?” diye sormuş Lord Flapoon, Baronstown’dan arakladığı soğuk bir iki turtayı yemek için sabırsızlanıyormuş.
“Bu karanlıkta uydurma bir canavarı bile bulamayız,” demiş Spittleworth.
“Doğru, doğru,” demiş Kral Fred, süngüsü düşmüş bir halde. “O zaman – hey, bu da ne, ne kadar da sis çöktü!”
Gerçekten de, bataklığı incelemek için durdukları yerde, ince, beyaz bir sis kimsenin fark edemediği kadar sessiz ve hızlı bir şekilde dört bir yanlarını bir çember gibi sarmış.
Bölüm 12 çok yakında FantastikCanavarlar.com’da!
The Ickabog hakkındaki yorumlarınızı bizimle paylaşmayı unutmayın!
The post The Ickabog #11: J.K. Rowling’den Bir Peri Masalı – Kuzeye Yolculuk | OKU appeared first on Fantastik Canavarlar.