Quantcast
Channel: Fantastik Canavarlar
Viewing all 1621 articles
Browse latest View live

Yeni Bir Harry Potter Hayran Hikâyesi: “Karanlık Prens”

$
0
0

Harry Potter

Harry Potter kitaplarını yeniden okur gibi heyecanlanmaya hazır mısınız? Peki, Harry Potter evrenine daha karanlık taraftan bakmaya ne dersiniz? Cevabınız evet ise sizi hem eski günlere götürecek hem de oldukça heyecanlandıracak bir haberimiz var!

Hepinizin bildiği gibi, Harry Potter kitaplarının başarısı bugün hâlâ tüm dünyada büyük yankı uyandırmakta. Büyücülük Dünyası’nın verdiği hazza doyamayan birçoğumuz ise, çeşitli hayran hikâyeleri yazarak ya da okuyarak kendilerinden bir şeyler katmaya ve heyecanlarını sürdürmeye devam ediyor. Ancak bu sefer sizler için seçtiğimiz hayran hikâyesi, diğer birçok kurguya taş çıkartacak nitelikte. Bunun üzerine, bizler Fantastik Canavarlar ekibi olarak yurt dışında tıklanma rekorları kıran bu hayran hikâyesini sizler için Türkçeye çevirdik!

Harry Potter ve Kızıl Pelerin hayran hikâyesinin yüz binlerce okunduğu bu sayfalarda, yepyeni bir macera için yeniden bir araya geliyoruz.

Bir paralel evren etkisi yaratan Karanlık Prens serisiyle birlikte, orijinal Harry Potter kitaplarından aldığınız hazza yakın bir heyecanı yaşamaya hazır olun! Kitaplarda bağrımıza bastığımız ve nefret ettiğimiz tüm karakterlerin profesyonelce aktarıldığı bu çok sürükleyici üç ciltlik ve onlarca bölümlük seriyi her hafta ikişer bölüm olmak üzere sitemizden takip edebileceksiniz!

Projemizin çevirmenleri bir yana, bu çok etkileyici hikâyede bizimle çalışmış yeni bir isimle daha tanışacaksınız. Kitabın kapağını hazırlayan tasarımcı Işınsu Deniz Türk’ün de bizlerle olduğunu söylemekten zevk duyarız! Kendisinin oldukça orijinal olan tasarımını sizlerin de son derece beğeneceğinizden eminiz!

GÖZ ATIN  "Harry Potter ve Kızıl Pelerin" Hikâyesi Sıralı Bölüm Listesi

Serinin Yazarı Safina Mazhar Kimdir?

Tüm telif haklarının J. K. Rowling’e ait olduğu bu hayran kurgusu kitabın yazarı, İskoçya’da doğmuş ve büyümüş, Hint asıllı bir isim olan Safina Mazhar. Kendisinin yazdığı bu alternatif Harry Potter hikâyesinin tam metnine, yazarın kullandığı Kurinoone mahlasıyla FanFiction.net adresinden de ulaşabilirsiniz. Mazhar’ın ayrıca dört kitaptan oluşan Power of Four adlı bir de fantastik roman serisi var.

Karanlık Prens Ne Hakkında?

Karanlık PrensGelelim hikâyemizin konusuna. Lord Voldemort’un kehaneti duymasıyla birlikte, Harry Potter’ı öldürme girişimiyle başlayan orijinal hikâye, bu sefer oldukça farklı bir başlangıç yapıyor. Karanlık Prens serisi bizi tüm olayların başladığı o ilk güne götürüyor ve tek bir farklı hamleyle her şeyin nasıl bambaşka olabileceğini gösteriyor. Öyle ki, Voldemort’un Harry Potter’ı kaçırıp kendi oğlu gibi büyüttüğünü düşünün! Hepimizin bildiği Harry’nin, onu öldü sanıp başka bir çocuk sahibi olan anne babasından uzakta nasıl bir hayatı olabileceğini hayal edin! Hayal edemiyor musunuz? Öyleyse buyurun sizi hikâyemize alalım.

3 ciltten oluşan Karanlık Prens serisinin ilk kitabı “İçimdeki Karanlık” toplamda 56 bölümden oluşuyor. Serinin ikinci cildinin adı “İçimdeki Ben”. Maceranın son halkasının adıysa “Derin Yansımalar”.

Ne Zaman Başlıyor?

Karanlık Prens’in ilk cildi İçimdeki Karanlık’ın birinci bölümünü 15 Temmuz 2019′da Fantastik Canavarlar sayfalarında okuyabileceksiniz. Serinin bölümleri ise düzenli bir şekilde her pazartesi ve perşembe günleri sizlerle olacak.

Tuba Toraman, Dilara Uysal ve Duygu Baştürk’ün dilimize kazandırdığı hikâye, serinin çevirmenlerinden Tuba Toraman’ın editörlüğünde yayına hazırlanıyor. Serinin ülkemize özel kapak görseli ise Işınsu Deniz Türk’e ait.

15 Temmuz’da Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #1 Bölüm‘de buluşmak üzere!
GÖZ ATIN  Bir Hayran Filmi: "Voldemort: Varisin Kökenleri" [TÜRKÇE ALTYAZILI]

Harry Potter ve Kızıl Pelerin’i okumak için tıklayın!

The post Yeni Bir Harry Potter Hayran Hikâyesi: “Karanlık Prens” appeared first on Fantastik Canavarlar.


“Harry Potter”a da Ev Sahipliği Yapan Warner Bros. Stüdyosunda Yangın Çıktı

$
0
0

Ünlü film şirketi Warner Bros.‘un İngiltere’de bulunan ve başta Harry Potter olmak üzere The Dark Knight, Fantastic Beasts, Wonder Woman, Pokemon: Detective Pikachu gibi filmler için de kullandığı ses stüdyosunda yangın çıktı.

İngiltere’nin başkenti Londra’nın dışında kalan Leavesden stüdyolarında geçtiğimiz çarşamba günü yangın çıktı. “Warner Bros. Studio Tour – The Making of Harry Potter” adlı, turistlerin gezebileceği yeni bölümü de içeren ses çekimlerinin yapıldığı stüdyo yangından zarar gördü. Alevler neyse ki stüdyonun tamamına yayılmadı.

8 Harry Potter filminin yanında bu stüdyonun kullanıldığı bazı filmler şöyle: Fantastik Canavarlar filmleri, The Dark Knight, Wonder Woman, Pokemon: Detective Pikachu ve Spider-Man: Far From Home. Ayrıca HBO’nun uzay komedisi Avenue 5 de şu sıralar burada çekiliyor.

Leavesden’dan yapılan açıklamada “İtfaiye şefi, Avenue 5’in prodüksiyon aşamasında kullanılan ses stüdyolarımızdan birinde meydana gelen yangının tamamen söndürüldüğünü onayladı” denildi. Ayrıca Studio Tour bölümünün etkilenmediği ve tüm prodüksiyon işlemlerinin de devam edebileceği belirtildi.

Harry Potter

Veep’in yaratıcısı Armando Iannucci şöyle konuştu:

“Tüm Avenue 5 ekibi adına, tüm gece boyunca herkesi ve her şeyi güvende tutmak için yorulmaksızın çalışan itfaiyecilere teşekkür etmek istiyorum. Çok güzel bir setti ancak herkesin güvende olması daha önemli.”

Warner Bros., Leavesden’ı 2012 yılında satın aldığında “70 yıldır Birleşik Krallık’ta inşa edilen stüdyolar arasında türünün tek örneği” olacağının sözünü vermişti. Ayrıca film yapımı konusunda ülkeyi ileri aşamalara taşıyacağı da iddia edilmişti. Bu stüdyo, Birleşik Krallık’taki özel ana uzun metrajlı film yapım aşaması alanının üçte birinden fazlasının geleceğini güvence altına alıyor.

Londra’dan son haberler böyleydi. Warner Bros.‘a ve sinema emekçilerine geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Herkesin güvende olmasına çok sevindik.

Kaynak: Webtekno


* J.K. Rowling İmzalı 4 Yeni Potter Kitabı Geliyor!

* Yeni Bir Harry Potter Hayran Hikâyesi: “Karanlık Prens”

* Harry Potter Dizisi mi Geliyor? J.K. Rowling İddiaları Yanıtladı

* J.K. Rowling’den Kısa Öykü: Bir Sirius Black ve James Potter Macerası

The post “Harry Potter”a da Ev Sahipliği Yapan Warner Bros. Stüdyosunda Yangın Çıktı appeared first on Fantastik Canavarlar.

Karanlık Prens –İçimdeki Karanlık #1: İhanet

$
0
0


GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.


Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı öldürmek yerine kaçırıp kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin ilk bölümü!

bölüm 1

İhanet

“James’e olan benzerliği tüyler ürpertici,” diye düşündü Lily. Oğlu Harry her ne kadar daha bir yaşında olsa da, babasına benzerliği şimdiden kendini belli ediyordu. Saçları aynı James’inkiler gibi asi ve dağınıktı. Ne zaman kocasına saçlarına bir şeyler yapmasını söylese James’in yüzünde muazzam bir sırıtış belirir, elini saçına götürür ve daha da dağınık görünmesini sağlardı.

“En azından gözlerini benden almış,” diye düşündü Lily, kucağında oynayan çocuğuna minnettarlıkla bakarken. Harry’nin zümrüt yeşili gözleri onu çok daha sevimli kılıyordu. O esnada, kuzgun karası saçlı çocuk annesinin kucağında oturuyor, oyuncağını mutlu bir şekilde ağzına götürmüş, sık sık yaptığı gibi kapıya bakıyordu.

“Kime bakıyorsun, tatlım?” diye sordu Lily, Harry’yi kendine çekip okşayarak.

Harry’nin kime baktığını pekâlâ biliyordu, Lily. Her gece saat yedi civarı, babasının işten gelişini aynı bu şekilde hevesle beklerdi. Elbette ki, bir yaşında sıradan bir çocuğun saatin farkına varması beklenemezdi; ancak Harry hiç de sıradan bir çocuk değildi. Harry’nin ailesi de sıradan olmaktan bir hayli uzaktı. Onlar, büyücü bir aileydi.

Tam da o sırada, biraz korkmuş görünen bakışlarıyla James salona girdi; ailesinin görüş mesafesine girer girmez ela gözleri parladı ve yüzüne bir gülümseme yerleştirdi.

“Hey, nasılmış benim küçük adamım?” diye sordu James, bir adımıyla Lily’ye ulaşıp babasının dikkatini çekmek için çılgın gibi agulayan Harry’yi kollarına alarak.

“James, sana daha kaç kere hatırlatmam gerekiyor? O bir çocuk, adam değil,” diye söylendi Lily, şakasına azarlar gibi yaparak.

James omzunu silkti ve cevap verdi.

“Çocuk mu… bilmiyorum. Sanki onu azarlıyormuşum gibi kulağa tuhaf geliyor. O benim ‘küçük adamım’,” dedi James, Harry’ye kocaman sarılarak.

Lily kocasına gülümsedi. Ona sorarsan, James daha yirmi üç yaşında olduğu için çok babaymış gibi davranmak istemiyordu.

Kapı vurulduğunda Lily mutfağa yemek hazırlamaya gitmek üzereydi. James bir anda dikkatini kapıya verdi. Sessizce Harry’yi Lily’ye verip asasını çıkardı. Kapıya doğru yöneldi ve Lily’ye Harry’yle diğer odaya geçmesini söyledi. Lily başıyla onaylayıp hızlıca üst kattaki odaya fırladı. Genellikle kimseden, James’ten bile emir almazdı. Ancak, o korkunç kehanet yapıldığından beri hiçbir şey eskisi gibi değildi. Godric’s Hollow’a taşınmak zorunda kalmışlardı ve burada olduklarını yalnızca özenle seçilmiş çok az kişi biliyordu. Lily bir elinde asası, bir yanında kucakladığı Harry ile kaygılı bir şekilde bekledi. Biricik oğluna yaklaşmaya kalkacak her kim olursa uğursuzluk büyüsü yapmaya hazırdı.

James’i, kapıda kimin olduğunu görmesini sağlayan büyülü sözleri fısıldarken duydu. Aniden kapı açıldı ve Lily o çok tanıdık sesi ve gülüşü duyabiliyordu. Derin bir oh çekti; nefesini tutmuş olduğunun farkında bile değildi. Odadan çıktı ve merdivenlere doğru yöneldi. Tahmin ettiği gibi, kocasının arkadaşları Sirius ve Peter oturma odasındaydılar. Sirius, Hogwarts’taki yıllarında Lily’yi anlamsız tavırlarıyla sinir ederdi; her daim James’in yanında avare avare dolaşır ve onun da başını türlü türlü belalara sokardı. Elbette, James’in de ondan farklı kalır yanı yoktu, ama Lily onun eşi olduğundan beri Sirius’u azarlamaktan o da geri kalmaz olmuştu. Peter her zaman sessiz biriydi ve Lily bazen onun neden Çapulcular’dan biri olduğunu kendi kendine sorguluyordu. Remus ise, Çapulcular arasında Lily’nin aklı başında muhabbet edebildiği tek kişiydi. Onun bu gece aralarında olmadığını gördü ve o anda, Remus’un –Sirius’un tabiriyle- küçük tüylü probleminden dolayı gelemeyeceğini hatırladı.

“Patiayak’ın uğrayacağını bize söylemeliydin,” dedi Lily, Harry’yi vaftiz babasının hevesle bekleyen kollarına uzatırken.

“O zaman ne eğlencesi kalırdı?” diye sordu Sirius, Harry’ye gülüşe benzeyen sesler çıkararak.

Harry çoktan kollarını uzatmış, Sirius’a ve soytarılıklarına gülüyordu. Lily şefkatle oğlunu izlemeye koyuldu; vaftiz babasına sahiden çok düşkündü. Peter da, suratında pişmanlık benzeri tuhaf bir bakışla Sirius ile Harry’yi izliyordu. Lily bunun bir yanılsama olup olmadığından emin değildi, ama Peter’ın gözlerinde neredeyse acı çeken bir ifade olduğunu fark etmişti.

“Peter, sen iyi misin?” diye sordu, elini onun omzuna koyarak.

Peter, hemen gözlerini Lily’ninkilerden kaçırdı ve yerinde huzursuzca kıpırdandı.

“Evet, yani… yorucu bir gündü… hepsi bu,” diye cevapladı usulca.

“Bana yorucu günlerden bahsetme,” diye konuşmaya katıldı James. “Hayatımın en berbat günüydü bugün.”

“Ne oldu ki?” diye sordu Sirius, Harry kapattığı kollarının arasında omuzlarını çekiştirirken.

“Her şey daha da kötüleşmeden, dört bir yandan gelen saldırılarla daha ne kadar başa çıkabiliriz, bilmiyorum,” diye cevapladı James.

James, Sirius’la aynı kariyer yolunu seçmek istediği için Seherbaz olmuş olsa da, işini seviyordu ve aydınlık taraf için savaşan biri olarak rolünü hızlı bir şekilde benimsemişti.

Bununla birlikte, Harry hakkındaki kehanet yapıldığından beri, James git gide daha paranoyak birine dönüşüyordu. Çocuğunun bu kadar büyük bir sorumlulukla karşı karşıya kalmış olması fikrinden hiç hoşlanmıyordu. ‘Dünyayı Kurtarmak’. İyi de, bu onun işiydi, oğlunun değil. Bu yüzden, Voldemort’un güçlerini bertaraf etmek için gece gündüz hınçla çalışır olmuştu. Ama Voldemort her daim Seherbaz’lardan bir adım önde olduğu için bu iş artık daha da stresli bir hal almaya başlamıştı.

Sirius, en yakın arkadaşının yüzüne yerleşmiş kasvet yüzünden cesareti kırılmış görünüyordu. Sirius, Remus, James ve Peter her biri Seherbaz’dı, ama James aralarında savaşa odaklı olanıydı. Oğlunun normal bir hayat yaşaması için bu savaşı kökten bitirmek niyetindeydi.

Lily iç çekti ve oynayan Harry’yi Sirius’un kollarından aldı, tatlı tatlı salladıktan sonra onu üst kattaki odasına götürdü. Usulca karyolasına yatırdı ve nafile bir çabayla oğlunun saçlarını düzleştirmeye çalıştı.

“Şimdi bunun komik olduğunu düşünebilirsin, Harry, ama güven bana, büyüdüğünde saçlarını yatırmaya çalışmak hiç de eğlenceli gelmeyecek,” dedi Lily, saçlarını düzelten annesinin parmaklarını yakalamaya çalışan küçük, kuzgun karası saçlı oğluna. Ardından döndü ve oğlunu karyolasında mutlu bir şekilde oynar halde bıraktı.

Aşağı inen merdivenlere doğru ilerlerken bir anda bir şeylerin ters gittiği yönünde hastalıklı bir duygu hissetti. Bir şey duyduğundan değildi; aslında hiçbir şey duymadığındandı. Oturma odasındaki üç adam da ölü gibi sessizdi. Sirius’un olduğu bir ortamda bu daha da tuhaftı. Lily çabucak asasına uzandı ve derin bir nefes aldı. Odanın girişinde gördüğü şey, hayatı boyunca hiç unutamayacağı bir sahneydi. James, başının etrafında git gide büyüyen bir kan havuzuyla yerde öylece yatıyordu. Parçalanmış bir şişe Ateşviskisi çok da uzağında değildi. Sirius ise, arkasında tamamen bilinçsiz bir şekilde yatıyordu.

“Aman Tanrım!… James!… James!”

Lily, odadaki üçüncü kişiyi tamamen unutmuş bir halde kocasına doğru koştu. Kapının arkasında duran kişiyi fark etseydi, belki de büyük bir trajediyi önleyebilirdi. Lily James’e doğru koşarken, Peter kocasına ulaşamadan onu arkadan yakalayıp saldırdı.

“Sersemlet!”

Lily başını zemine daha vurmadan bilincini kaybedip yere düşmüştü. Peter, arkadaşlarının ihanetine uğramış ve zeminde yaralı yatan eski arkadaşlarına bakarken güçsüzce nefesini bıraktı. Deli gibi atan kalbini sakinleştirmeye çalışıyordu. Kapıya sessizlik büyüsü yapmasaydı, Lily’nin, James ve Sirius’a saldırdığı esnada kırılan şişeden daha çok, göğsünde küt küt atan kalbinin sesini duyabileceğinden emindi.

Arkadaşlarına pişmanlık dolu gözlerle son bir kez daha baktı ve ardından tökezleye tökezleye Harry’nin odasına çıkan merdivenleri tırmandı. Tüm bu süre boyunca anlaşılmayacak bir ses tonuyla sayıklıyordu: “Affet beni, Harry… üzgünüm, James… Sirius, çok üzgünüm.”

Bu kadar ileri gidebileceğini düşünmemişti. James’in, Sirius’un, hatta Lily’nin onu durdurabileceğini ummuştu. Ancak, arkadaşlarının ihanetini, onlara saldırabileceğini ve Harry’yi kaçırabileceğini hiç akıllarına getirmedikleri için bu noktaya gelmeyi başarmıştı. Bunu yapmak istemiyordu, ama başka seçeneği yoktu.

Yavaşça kapıyı açtı ve Hipogrif biçimli pelüş oyuncağına sarılmış halde uyuyan Harry’yi gördü. Peter uyuyan çocuğa baktı ve onu baştan ayağı saran korkunç bir suçluluk duygusu hissetti. Bu çocuğu ölümüne götürüyordu. Yalnızca bir yaşındaydı; yalnızca bir bebekti.

Peter, Harry doğduğunda hissettiklerini düşündü. Aynı diğer Çapulcular gibi, o da Harry’nin doğumunda mutluluk hissetmişti. Ama ne zaman ki kehanet gün yüzüne çıktı, işte ondan sonra her şey değişmişti. Kehanete göre, bu çocuk Karanlık Lord’un sonunu getirecekti. Ama Peter, Lord Voldemort’un ne derece güçlü olduğunun da farkındaydı; hiçbir şey onu durduramaz, kimsenin onun karşısında şansı olamazdı. Lord Voldemort bu savaşı kazanacaktı ve kazandığındaysa, Peter hayal dahi edemeyeceği bir güce sahip olacaktı. Çocuğun gitmesi gerekiyordu. Kendi hayatının kurtulacağına yönelik düşünceleriyle kendini ikna ederek, Harry’yi usulca karyolasından aldı ve odanın dışına çıkardı. Aceleyle merdivenleri indi ve yerde yatan üç kişiye bir daha bakmadan dış kapıyı açıp Godric’s Hollow’u ebediyen terk etti.

* * *

Peter, kulübenin çevresindeki blokların köşesine doğru koştu ve Efendisine gitmek üzere Cisimlendi. Çevresinde yalnızca iki müridiyle Efendisi onu bekliyordu. Titrek ellerle Peter, Harry’yi, Voldemort’un ayaklarının önüne taş zemine yerleştirdi. Harry şaşırtıcı bir şekilde hâlâ uyuyor, hatta kımıldamıyordu. Peter, titrek bir sesle konuşmadan önce, hemen dizlerinin üzerine çöktü ve emekleyerek Voldemort’un cüppesinin eteklerini öptü.

“Efendim, benden istediğiniz şeyi gerçekleştirdim. Efendim, işte Harry.”

Voldemort, acımasız kırmızı gözlerini uyuyan çocuğun üzerine dikti ve yüzüne hoşnut bir gülümseme yerleştirdi. Uzun siyah saçları ve yakışıklı yüzüyle etkileyici bir adamdı. İçindeki gerçek canavarı gösteren tek şey, ona bakılmasına cüret edildiğinde gözlerinde beliren şeytani kırmızı bakışlarıydı. Gözlerini Harry’den ayırdı ve casus Ölüm Yiyen’inin sinmiş haline baktı.

“Kalk, Peter, iyi iş başardın. Hiçbir şeyi eline yüzüne bulaştırmadan görevi tamamladın.” Peter’ın acınası bedeninin titreyerek kalkışını, minnettarlığını ve ne kadar bağışlayıcı bir Lord olduğunu söylemesini izledi. “Yeter!” diye tısladı, Peter’ı birden susturarak. “Bella, veledi kaldırıp bana doğru getir!”

Bella, sessizce duran Lucius’u geçerek Harry’yi soğuk zeminden kaldırdı. Onu Karanlık Lord’a doğru tuttu.

Voldemort çocuğun her zerresini inceledi. Zaten çocuklar midesini bulandırırdı. Korkunç yetimhane yıllarında onunla alay edip eğlenen diğer çocukları hiç unutmamıştı. Ancak, bu çocukta ilk defa bir şey onu kendine çekiyordu. Voldemort, oğlanın etrafında bulunan güçlü büyünün kokusunu alabiliyordu. O farklıydı; yaşamasına izin verirse bu Potter veledinin ona rakip olacak kadar büyük bir güçle büyüyeceğinden artık şüphe duymuyordu.

“Böyle bir güce yazık olacak!” diye düşündü Voldemort.

Asasını çıkardı ve oradaki üç Ölüm Yiyen’in nefeslerini tuttuğunu duydu. Kendi kendine gülümsedi. Kaderinde onun düşüşünü sağlayacak olanı yok etmenin keyfini çıkaracaktı.

Asasını Harry’nin başına hedef almasıyla Harry zümrüt yeşili gözlerini açtı ve Voldemort’a masum masum baktı. Büyülü sözler mırıldandı ve kör edici yeşil ışık herkesin görüşünü kapattı. Peter, büyülü sözler söylenmeden önce gözlerini kapamış olsa da, yeşil ışığın kapalı göz kapaklarına nüfus ettiğini hissedebiliyordu.

Kör edici ışık sönüp karanlık her birini tekrar yutana kadar tüm düşünebildiği buydu: “Üzgünüm, Harry.”

* * *

2. BÖLÜM 18 TEMMUZ 2019’da FANTASTİK CANAVARLAR’da!

Çeviren: Tuba Toraman

The post Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #1: İhanet appeared first on Fantastik Canavarlar.

Karanlık Prens –İçimdeki Karanlık #2: Karanlık Prens

$
0
0


GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

1. BÖLÜM


Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin ikinci bölümü!

bölüm 2

Karanlık Prens

Lily, okuduğu son ödevin de notunu verdikten sonra derin bir iç çekti. İksir dersi, düşünüldüğünden çok daha zor bir dersti; ödev kontrolleri ise apayrı bir eziyetti. Sandalyesinde arkaya yaslandı ve kaskatı kesilmiş boynunu ovaladı. Yatağına gitmeden önce tüm ödev kontrollerini bitirmeye çalışıyordu.

Etrafına bakındı. Hogwarts’taki küçük odası zindanlardaydı, ama bir şekilde burayı daha konforlu hale getirmeyi başarmıştı. Çimento duvarları kendi elleriyle boyamış, odayı yapabildiği en iyi şekilde dekore etmekten de geri kalmamıştı; bir kadının elinin değdiği ortadaydı. Masasının üzerine ailesinin fotoğraflarını koymuştu. Çalışırken başını kaldırıp sevdiklerini görmek, onun için çok önemliydi.

Ailesinin fotoğrafına bu kadar çok bakma ihtiyacı hissetmesi ise, James’i son zamanlarda çok az görüyor olmasındandı. Onun İksir dersleri ve James’in Seherbazlık işleri –Zümrüdüanka Yoldaşlığı üyesi olduklarını saymıyordu bile– birbirlerine ayıracak vakit bırakmıyordu. Okulun tatil olduğu günler, ailesine ayırabildiği tek zaman dilimiydi.

Zümrüt yeşili gözleri, on iki yaşındaki oğlunun fotoğrafına takıldı. Damien olmasaydı, Yoldaşlık için tam zamanlı çalışıyor olurdu. Damien, Hogwarts’a iki yıl önce başlamıştı. Kendisine ise, İksir profesörlüğü daha geçen sene teklif edilmişti ve hemen işe başlamıştı. Okulda bundan böyle rahatça haylazlık yapamayacağı korkusuyla Damien bu fikre sonuna kadar karşı çıkmıştı; ama tüm bu çabaları, Lily’yi işi kabul etmesi gerektiğine daha çok ikna etmekten başka bir şeye yaramamıştı, tabii.

Lily bir kez daha iç çekerek oğlunun fotoğrafını eline aldı. Fotoğraf, Damien okuldaki ilk yılını doldurduğunda, yani geçen sene çekilmişti. Büyük oğlunun aksine, Damien James’e tıpatıp benzemiyordu. Onun da siyah saçları vardı, ama James’inkiler gibi dağınık değildi. Bunun yanında, aynı babası gibi, başını beladan kurtarmak için kullandığı derin ela gözleri vardı. Gerçi, yüzü Lily’nin karakteristik özelliklerine sahipti. Annesinin burnuna, ağzına ve hatta gülüşüne sahipti. Coşkulu huyları ve muzipliği, babasından miras kalmıştı. Aslında her ikisinin mükemmel bir karışımıydı. Sirius, başını belaya sokmaktan da muziplikte tek rakibi olan James’ten de vazgeçmiş, artık oğlu Damien’dan yeni bir James yaratmıştı. Tabii ki, Damien bir Çapulcu tarafından yetiştirilmeye fazla hevesliydi.

Lily’nin gözleri bu sefer James’in fotoğrafında durdu; onu ne kadar özlediğini fark etti ve yüreği acıyla burkuldu. Kocasını son iki haftadır göremiyordu. Ama bu acı, James’in yanındaki fotoğrafa her baktığında hissettiği ıstırabın yanında bir hiçti. Bu fotoğraf, onun kaçırılmasından yalnızca üç gün öncesinde çekilmişti. Lily, zümrüt yeşili gözlerini büyük oğlu Harry’nin portresine dikti. Küçük ellerini çırpmadan önce annesini gösteriyor ve kıkırdıyordu. Bebeğine bakarken kalbi fena halde sıkıştı. Gözlerini fotoğraftan kaçırdı ve masasındaki küçük takvime baktı. Tarih, 31 Mayıs’ı gösteriyordu. Nefesinin kalbinde sıkıştığını hissetti. ‘İki ay,’ diye düşündü, ‘tam iki ay sonra on altı yaşına girecekti.’

Lily, her zaman, oğlu hayatta olsaydı ne yapıyor olurdu diye düşünür dururdu. Lily’nin Harry’den bahsetmesi James’i çok üzüyordu; bu yüzden Lily, James’in yanında Harry’den bahsetmez olmuştu.

James, oğullarını kaybetmenin acısını ondan daha zor atlatıyordu. Her şey bir yana, Harry’yi kendi çatılarının altından kaçıran da, onu acımasız bir katilin eline teslim eden de onun arkadaşıydı. Harry’yi alıkoymadan önce ona da Sirius’a da saldıran onun arkadaşıydı. Bu durum, James’in çok daha suçlu ve sorumlu hissetmesine sebep oluyordu. Lily, James’in o saldırıdan uyandıktan sonra arkadaşının yaptıklarını öğrendiğinde düştüğü hali unutamıyordu; Harry’yi kaybetmişlerdi. Oğlunu koruyamadığı için James hep kendini suçlamıştı. Peter’ı ve Voldemort’u bulup öldürmeye ant içmişti. İlk iki yıl tek yaptığı, oğluna bunu yapan Karanlık Lord’u ve Ölüm Yiyen’i Peter’ı bulmak için her yolu denemekti.

Damien’ın gelişi ise, James’i yeniden hayata bağlamıştı. İşte o zaman, James ilk defa kendine gelmeye başlamıştı. Ama Lily biliyordu ki, James hâlâ Voldemort ve Peter’ı bulmak için canla başla çalışıyordu. İntikamını alana kadar da durmayacaktı.

Lily, gözlerini Harry’nin fotoğrafından kaçırdı ve bitkin bir halde üstündeki tozları temizledi. Ayağa kalkıp etrafında dört poster asılı yatağının bulunduğu küçük köşesine çekildi. Penceresine nazikçe vurulduğunda ise, tam da yatmak üzereydi. Oval penceresinden baktı ve ona dik dik bakan küçük kahverengi baykuşu fark etti. Gülümseyerek pencereyi açtı ve küçük yaratığın içeri girmesine izin verdi. Baykuş mutlu mutlu öttü ve hemen küçük bir parşömenin sarılı olduğu bacağını uzattı. Lily, minnettarlıkla parşömeni aldı ve ardından kuşun alelacele yeniden uçtuğunu fark etmedi bile. Lily mektubun James’ten olduğunu biliyordu; çünkü hep Bakanlık’ın baykuşlarını kullanırdı. Zarfı aceleyle açtı ve mektubu okumaya koyuldu.

Sevgili Lily,

Nasılsın, tatlım? Umarım başını belaya sokmuyorsundur. Bela demişken, bizim küçük baş belası nasıl? Umarım onu çok alıkoymuyorsundur. Damy’ye Quidditch Dünya Kupası için bilet aldığımı ve mutlaka izlemeye gideceğimizi söyle. Bulgaristan ve İrlanda! Çok heyecanlı! Sabırsızlanıyorum! Ee, şey, senin nasıl gidiyor, canım?

Neyse ki, bu hafta sonu seni görmeye geliyorum. İşim bittiğinde, belki, birlikte Hogsmeade’e gideriz.

Kendine iyi bak, tatlım ve Damy’ye sevgilerimi ilet.

James.

Lily gülümseyerek mektubu bir kenara koydu. James ve Quidditch; bu ikisi asla birbirinden ayrılamazdı. Damien çok sevinecekti gerçi; son üç haftadır bu maçtan o kadar çok bahsediyordu ki, bıktırmıştı. James, İrlanda’yı tutarken Sirius ile Damien’ın Bulgaristan’ı tutacağını biliyordu.

“Eğlenceli olacak,” diye düşündü Lily, yatağına girip üzerini örterken. O kadar yorgundu ki, kolaylıkla uykuya daldı. Uykunun pençesine düşmeden önce son düşündüğü: “Harry olsa hangi takımı tutardı…” idi.

* * *

Her bir tarafında kitapların ve parşömenlerin bulunduğu dağınık ve karanlık odada uzun siyah saçlı bir büyücü oturuyordu. Sandalyede oturur vaziyette mavi gözlerini elindeki bardağa dikmişti. Bardaktaki amber sıvısına yalnızca bakıyor, görmüyordu. Oldukça rahatsız edici bir sorun kafasını kurcaladığı için aklı dağınıktı.

Yaptığı şeyin çok ama çok tehlikeli olduğunu biliyordu. Aslında, yaptıklarını birileri duyacak olsa, aklını kaçırmış olduğunu düşüneceklerinden emindi. Karanlık Lord’a şantaj yapmak öyle her yiğidin harcı değildi. Ama başarılı olursa biliyordu ki, tarifsiz bir güce sahip olacaktı. Zaten Lord Voldemort’un yakın çevresinden biriydi; saygın bir topluluğun parçası. Lord Voldemort, susması karşılığında ona ne isterse verecekti. Diğerlerinin sadece hayallerini kurabileceği bir gücü ona bahşedebilirdi. O, Ölüm Yiyen’lerin en güçlüsü pekâlâ olabilirdi; hatta Lord Voldemort’un kendisi kadar bile güçlü olabilirdi. Risk almaya değerdi.

Ne denli büyük bir risk aldığını düşünürken Jason Riley’nin elleri titredi. Diğer Ölüm Yiyen’ler arasında, Karanlık Lord’a hizmet eden biriyle ilgili dedikodular fısıldanıyordu. Hiç kimsenin görmediği, ama sadece varlığı bilinen biri hakkında. Buna inanmamıştı, yani en azından tam olarak. Kendi kendine, Karanlık Prens’in diğerlerini korkutmak ve hizaya getirmek amacıyla uydurulmuş ve abartılmış bir mit olduğunu söyledi. Gel gör ki, Karanlık Prens’le yüz yüze gelmiş çok sayıda yetenekli ve güçlü Ölüm Yiyen’in öldürüldüğü gerçeği de vardı; Yaxley, Davidson, Hugh, Patterson ve nicelerinin Karanlık Prens tarafından öldürüldüğü fısıltıları etrafta dolanıyordu.

Jason bardağı dudaklarına götürüp içeceği bir dikişte bitirdi; bir taraftan da bunun, göğsüne yerleşen korkuyu yatıştıracağını umuyordu. Boş bardağın sesi masaya vurduğunda, ışıklar bir anda titreşip söndü. Oda zifiri karanlığa gömüldüğünde, Ölüm Yiyen sandalyesinde kaskatı kesilmiş halde oturuyordu. Elini asasına götürdü, güçlü kavrayışıyla parmak boğumları bembeyaz kesildi. Yavaşça ayağa kalktı, gözleriyle tüm odayı hızlıca taradı.

“Lumos” diye fısıldadı; ama asasının ucunda beliren ışık, içini rahatlatmaya yetecek kadar güçlü değildi.

Sımsıkı tuttuğu asasının ucundaki cılız ışık eşliğinde Jason Riley, kapıya doğru yürüdü. Kapıyı usulca açtı; aklı ona korkmaması gerektiğini söylüyordu. Kapının eşiğinde durmuş, bir şeyler olup olmadığını anlamaya çalıştı. Hiç kimseyi görmüyordu. Asasındaki ışığı başından yukarı kaldırdı, ama yine de kimseyi görmüyordu.

Ancak, odadan çıktığından beri, bir şey hissediyordu; havada tuhaf bir değişim vardı. Havadaki sihri elle tutacak kadar net hissediyordu ki, arkasından gelen belirsiz ayak seslerini duydu. Durduğu yerde kalakaldı ve kıpırdamadı. Jason, panikle mücadele ederek yüzünü ziyaretçisine doğru yavaşça çevirdi. Bu zayıf ışıkta görebildiği tek şey, cılız bir siluetti.

O anda söylentilerin gerçek olduğunu anladı.

Ona rağmen, kendini sormaktan alamadı:

“Kimsin sen?”

Siluet bir adım daha yaklaştı ve böylece Jason’ın asasından yayılan ışık yüzünü aydınlattı. Jason gergin bir şekilde önünde duran büyücüyü inceledi. Koyu renk cüppesi ve yüzünde yalnızca zümrüt yeşili gözleri görünen gümüş maskesiyle, tüm Ölüm Yiyen’lerin korkulu rüyası işte orada duruyordu: Karanlık Lord’un oğlu, Karanlık Prens.

“Bence kim olduğumu biliyorsun,” diye cevapladı. Jason, sesinden onun oldukça genç olduğunu anladı. Anlaşılan o ki, Karanlık Prens henüz ergenliğinde genç bir çocuktu.

“Neden buradasın?” diye sordu Jason, sesini sakin tutmaya çalışarak.

“Voldemort’a ihanet ettin,” diye cevapladı çocuk, kızgın bir tıslamayla. “Buraya cezanı vermeye geldim.”

Jason, çocuğun elinde asa olmasına rağmen henüz ona doğrultmadığını fark etti ve bu durumdan faydalanmaya çalıştı.

“Ben asla Lord’uma ihanet etmem! Ben onun sadık hizmetkârıyım. Aklımdan bile… AVADA KADEVRA!” Jason, öldüren laneti ani bir hareketle savurmuştu.

Gümüş maskeli büyücü, yeşil ışığı atlatarak lanetin yolundan çekildi. Bunun üzerine, Jason yeniden nişan alıp onu tekrar öldürmeye çalıştı.

Büyülü sözler daha ağzından çıkamadan, asası aniden elinden fırladı. Sözsüz silahsızlandırma büyüsü o kadar ani ve güçlüydü ki, asası Jason’dan çok çok öteye savruldu. Asa, bir çatırtıyla yere düşüp ışığını kaybetmesiyle odayı karanlığın içine hapsetti.

Ölüm Yiyen karanlıktan faydalanarak harekete geçip merdivenlere doğru yöneldi; bir taraftan da, herhangi bir lanetle vurulmamak için mümkün olduğu ölçüde sessiz kalmaya çalışıyordu.

Merdivenlere koştu; aşağıdaki şömineden kaçmayı planlıyordu. Daha merdivenin ilk basamağına varmıştı ki, bir büyünün başının tepesini sıyırdığını fark etti. İçgüdüsel olarak başını eğdi. İşte tam o anda, boynunun arkasına bastırılmış asanın ucunu hissetti.

“Kalk!” diye komut geldi ve Ölüm Yiyen yavaşça ayaklarının üzerine yükseldi.

Karanlık Prens’ten rahat 6-7 cm kadar uzundu; ama bu, onun rahatlamasını sağlamadı, tabii.

“Lütfen, lütfen, Karanlık Prens,” diye yalvardı Jason umutsuzca. “Öldürme beni!”

Işıklar yeniden alevlendiğinde Jason, kendini, içinde biraz olsun acıma duygusu olmayan ürkütücü bir çift yeşil göze bakarken buldu ve dehşete düştü.

“Sen bir hainsin ve hainliğin tek bir cezası vardır,” dedi Karanlık Prens.

Jason daha hiçbir şey yapamadan, öldüren lanetin sözleri fısıldandı ve yeşil ışık onu tam da gözlerinin ortasından vurdu. Ölüm Yiyen yere düştü; ölmüştü.

Karanlık Prens, dönüp gitmeden önce ayaklarının dibinde yatan cesede tek bir bakış attı. Görev tamamlanmıştı.

* * *

3. BÖLÜM 22 TEMMUZ 2019’da FANTASTİK CANAVARLAR’da!

Çeviren: Tuba Toraman

The post Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #2: Karanlık Prens appeared first on Fantastik Canavarlar.

Jim Kay, Zümrüdüanka Yoldaşlığı’nın Resimli Baskısı İçin Çizimlere Başladı

$
0
0

Jim Kay, Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı’nın resimli baskısı için çalışmalarına resmi olarak başladığını duyurdu.

Şimdilik piyasada ilk üç Harry Potter kitabının resimli baskıları mevcutken, ekimde çıkacak Ateş Kadehi baskısı için heyecanla beklemekteyiz. (Ekim ayında çıkacak baskı elbette orijinal dilinde olacak. Ama kısa sürede Türkçe baskısının raflarda olacağına inanıyoruz.) Daha dördüncüsü gelmeden pek sevdiğimiz çizerimiz Jim Kay, Zümrüdüanka Yoldaşlığı çizimlerine şimdiden başlanmış bile!

Kay, kendi sitesi Creepy Scrawlers Ltd.’de Ateş Kadehi’nin çalışmalarını bitirdiğini yakın zamanda duyurduktan sonra Zümrüdüanka Yoldaşlığı’na “biraz daha kendinden” bir şeyler katacağını konusunda okuyucuları bilgilendirmişti. Daha “ifade edici” görseller eklemeyi ve “daha karanlık bir yol” izlemeyi umduğunu söyleyen Kay, serinin beşinci (ve en uzun) kitabının “kasvetli zamanımıza uygun bir kasvetli hikâyesi” olduğuna inandığını belirtmişti.

Çizerimiz bu ay başında kendi Instagram hesabında Kreacher modeline bir bakış atmamızı sağladı.

“Kreacher’la hâlâ eğleniyorum. Burnunu kısalttım ve böylece daha ciddi görünmesini sağladım.”

Jim Kay ayrıca şunları da söyledi:

“Testral çizimlerine gölgeli bir örnek olsun diye palto askısı, tuvalet kâğıdı rulosu, kebap şişleri ve kil kullanarak maket oluşturdum. Kıvrımları belli etmek için kanat kısmında ipek bir kumaş kullanabilirim de. Kusura bakmayın biraz sessiz kaldım, şu son birkaç hafta zor geçti de.”

Hypable sitesi, Zümrüdüanka Yoldaşlığı çıkış tarihinin 2021 güzünden önce olmayacağını tahmin ediyor. Bu tahmin ise Ateş Kadehi’nin çıkış tarihine dayanıyor: 8 Ekim 2019. Yani Azkaban Tutsağının piyasaya sürülmesinden iki yıl sonra. Ama zaten o da tahmin edilen çıkış tarihinden farklıydı.

Jim Kay

Serinin kitaplarının gittikçe sayfa sayısı ve içerik derinliği olarak arttığı düşünülürse, Kay’e düşen sorumluluk da aynı derecede artacak gibi. Fakat Kay’in serinin önceki kitaplarında çıkardığı olağanüstü iş göz önünde bulundurulduğunda beklemeye değecek bir sonuç ortaya çıkacağına inanıyoruz.

Yani, Hypable, Melez Prens’in 2023’ün Ölüm Yadigarları’nın ise 2025’in sonbaharında çıkacağını tahmin ettiklerini söylediklerinde haksız sayılmazlar.

Ateş Kadehi resimli versiyonunu orijinal dilinde önceden sipariş etmek isterseniz Bloomsbury’nin resmi sitesini ziyaret edebilirsiniz.

Ayrıca Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar ve Ozan Beedle’ın Hikâyelerinin de resimli baskılarının mevcut olduğunu hatırlatmakta fayda var. Çağlar Boyu Quidditch ise ödüllü illüstratör Emily Gravett’in çizimleriyle 2020 Kasım’ında raflarda yerini alacak.

Sizin resimli baskılar hakkındaki düşünceleriniz neler? Fikirlerinizi bizlerden esirgemeyin!

* * *

Harry Potter ve Ateş Kadehi Resimli Özel Baskısı Tanıtıldı!

Kaynak: The Leaky Cauldon
Üst görsel illüstrasyonu: Kazu Kibuishi 

The post Jim Kay, Zümrüdüanka Yoldaşlığı’nın Resimli Baskısı İçin Çizimlere Başladı appeared first on Fantastik Canavarlar.

Wizarding World Sitesinin Bol Detaylı Keşif Rehberi

$
0
0

Daha önce sizlere gelişini müjdeyle duyurduğumuz yepyeni Harry Potter sitesi Pottermore ve Warner Bros. ortaklığıyla nihayet yayın hayatına başladı. Bizler de siz değerli okurlarımız için, başka hiçbir yerde bulamayacağınız bir Wizarding World Rehberi hazırlayalım istedik!

Hepimizin büyük bir heyecanla beklediği bu muhteşem siteye birlikte göz atmak, içeriğini daha yakından tanımak ister misiniz? Sizler için hazırladığımız Wizarding World Rehberi’ni siteyi incelemenize kolaylık sağlaması için kullanabilirsiniz.

Öncelikle siteye buraya tıklayarak giriş yapıyorsunuz. Web sitesinin açılış sayfasında bizi “Harry Potter ve Fantastik Canavarlar macerasına hazır olun” şeklinde bir karşılama mesajı ve üye olmak için kullanılacak bir buton karşılıyor.

Alt kısımlara indiğinizde “Büyücü Pasaportu Tanıtımı”, “Favorilerinizi Arkadaşlarınızla Paylaşın” ve “Wizarding World Hakkında” şeklinde üç bölüm bulunuyor. Büyücü Pasaportu kendi sihirli kimliğinizi oluşturarak yeni tecrübelerin kilidini açmanızı sağlıyor. Yeni Büyücü Pasaportu sayesinde Hogwarts binanızı, Patronusunuzu ve asanızın bilgilerini saklıyorsunuz. Ayrıca keşfedecek yeni sürprizler olduğunda haberiniz olmasını sağlıyor. Bu Pasaport’u yeni bir üyelik formu ile ya da doğrudan Pottermore hesabınızı bağlayarak edinebiliyorsunuz.

Pasaport’a kavuştuktan sonra da Binanız hakkında gururlanabilirsiniz. Pasaport’unuz ile Harry Potter ve Fantastik Canavarlar’dan sevdiğiniz şeyleri (karakterler, iksirler, yiyecek ve içecekler vs.) favorilerinize ekleyebilir ve bu büyülü dünyayı çevrimiçi olan arkadaşlarınızla paylaşabilirsiniz.

Pottermore hesabınızı bağlamak istediğinizde öncelikle Pottermore şifrenizin yerini alacak yeni bir şifre girmeniz isteniyor. Sonrasında birkaç kişisel bilgi (doğum tarihi, ad, soyad, ülke) doldurmanızın ardından kaydettiğiniz e-posta adresine bir doğrulama kodu geliyor.

Kişisel Pasaport’unuzda sizi bekleyen ilk kısım “Favorileriniz” oluyor. Her bir kategoriden bir seçim yapma ve paylaşma şansınız var.

Paylaşmak ve binanızı gururlandırmak isterseniz de seçtiğiniz altı favoriden üçünü seçmeniz bekleniyor, sonrasında sosyal medyada paylaşabileceğiniz formda bir görsel oluşmuş oluyor:

Bir sonraki kısımda asanızın bilgileri yer alıyor:

En altta ise Patronus‘unuz bulunuyor:

Görünüşe göre sitenin “Wizarding World Hakkında” kısmı henüz tamamlanmış değil. Kitaplardan filmlere, tiyatrodan, oyunlara ve daha ötesinde, Harry Potter ve Fantastik Canavarlar, yaklaşık 20 yıldır hayranlarına büyük bir keyif yaşatmakta. Wizarding World Digital’in açtığı bu yeni dijital sayfayla sihir şimdilik beklemede. O zamana kadar güncellemeleri yine Pottermore üzerinden takip edeceğiz gibi duruyor.

Son olarak sizlerle Pottermore’de yayınlanan Wizarding World Pasaport’larına göre kullanıcıların en çok tercih ettiği seçenekleri paylaşalım. Bakalım Potter hayranları arasında favorilerin dağılımı nasılmış?

İşte Wizarding World Üyelerinin Favorileri

Her bir kategorideki onlarca seçenek içinden birer tanesini seçip en sonda da sadece üç favoriye indirgenen #MyWizardingWorld oluşumunda paylaşımlar altındaki seçimlerin oldukça ilginç modeller izlediği tespit edilmiş. Sonuçta 5.662.828 muhtemel kombinasyon varken ağırlıklı seçimler için ilginç bulgular şu şekilde:

1. Kazan Sayacı

En popüler iksir seçimi aslında sürpriz olmadı: Hepimiz birazcık iyi şans peşinde koşuyoruz, bu nedenle de favori iksir Felix Felicis oldu. Ve bu seçimi yapanlar arasında en fazla karşılaşılan bina Ravenclaw, son derece mantıklı bir seçim gerçekten.

2. Cannonlar Sonunda Bir Şeyler Kazanabildi

Cannons takımı ligde sonuncu olsa da favori seçimlerinde çok az farkla ikinci olarak favori Quidditch takımı Holyhead Harpies’in çok az gerisinde kaldı.

3. Patronus Gücü

Expecto Patronum en çok tercih edilen favori büyü oldu. Dört bina arasında genel tercih bu şekilde olsa da  Gryffindorlar Slytherinleri ikiye katlamış durumda. Çağırma Büyüsü, Accio, ise Slytherin hariç en çok tercih edilen ikinci büyü (Slytherinler en çok Sectumsempra’yı tercih etmiş, neden acaba…)

4. Üzgünüz, Flitwick

McGonagall’ın en büyük hayranının Ravenclawlar olması şaşırtıcı. Özellikle de kendisi de Ravenclaw olmasına rağmen Gryffindor’un Başı olması nedeniyle.

5. Crabbe mi Goyle mu?

Tıpkı Draco gibi, favori karakteri Crabbe ya da Goyle olanlar göreceklerdir ki bu ikisinden birini seçemiyorsunuz. Belki de hiç kimse birini diğerinden ayıramadığındandır?

6. Hermione için Sevgi Evi

Dört Bina tarafından da en çok tercih edilen favori Hogwarts öğrencisinin kim olduğunu biliyor musunuz? Trampetler çalsın lütfen… tabii ki Hermione Granger! Daha özelde incelemek gerekirse, Ravenclawlar Luna Lovegood, Slytherinler Draco Malfoy, Gryffindorlar Hermione ve Hufflepufflar da Hermione seçmiş görünüyor.

7. Sihirli Yaratıkların Bakımı

Hufflepuff Binası’nın ilk beş favori sihirli yaratığı, tersten olarak:

5) Kabuluk

4) Ejderha

3) Anka Kuşu

2) Burnuk

1) Hippogriff

8. Favori Hapishane

Slyhterin’de olmayıp kötü yola sapan cadı ya da büyücü azdır. Hufflepufflara kıyasla Slytherinler üç katı fazla Azkaban’ı tercih etmiş.

9. Hufflepufflar sever…

… diğer binalardan daha çok Kaymak Birasını! Onları suçlayabilir misiniz?

10. Hepimizin “Ev” Dediği Yer

Tüm mekanlar içerisindeki en favori mekanın Hogwarts olması şaşırtıcı değil… Elbette, tüm dört bina mensupları aynı fikirde.

Görünüşe göre Pasaportlar Harry Potter hayranları adına çok fazla bilgiyi açığa çıkartıyor. Yeni internet sitesinin gizemleri hâlâ hepimizi merak içerisinde bıraksa da şimdilik elimizdekilerle yetinmek zorunda kalacağız gibi görünüyor.

Sihir Dünyası’na aralanan kapıdan Pasaport’larımızla geçmeyi başardık. Kapı tam olarak açılıp gizem perdesi kalktığına kim bilir hangi sürprizlerle karşılaşacağız. Devamı için takipte kalmaya devam edin.

Eğer yeni siteye üye olduysanız görüşlerinizi ve Pasaport’larınızı bizlerle paylaşmayı unutmayın!

The post Wizarding World Sitesinin Bol Detaylı Keşif Rehberi appeared first on Fantastik Canavarlar.

Karanlık Prens –İçimdeki Karanlık #3: Tuhaf Ölümler

$
0
0

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

1. BÖLÜM

2. BÖLÜM


Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin üçüncü bölümü!

bölüm 3

Tuhaf Ölümler

Lily keyifsizdi. James’i görmeyi iki haftayı aşkın bir süredir iple çekiyordu. James gelir gelmez ise, birbirlerine iki laf dahi edememişlerdi; çünkü Profesör Dumbledore acilen bir Yoldaşlık toplantısı yapmak istemişti. James, Damien’a bir merhaba bile diyememişti. Lily kollarını önünde kavuşturmuş oturuyor, hırçın halini göstermemek için elinden geleni yapıyordu. Doğrusu istediği tek şey, kocasıyla birkaç dakika geçirmekti; çok mu şey istemişti?

Oda birden sessizleşince düşünceleri yarıda kesildi. James, Lily’nin yanındaki yerini aldı ve onun elini tutup hafifçe sıktı. Lily ona bakıp gönülsüzce gülümsedi. Etrafa bakınca tanıdık yüzler gördü; pek çoğu yorgun ve onun kadar canı sıkkın görünüyordu. Gözüne sürekli paranoyak hâlde görünen Deli-Göz Moody ilişti; onun yanında, Seherbaz Kingsley Shacklebolt oturuyordu. Tonks’un çiklet pembesi saçlarının ise, göze çarpmaması imkânsızdı. Bakışlarını James’in yanında oturan Remus ve Sirius’a çevirdi. Meslektaşı ve eski profesörü Minerva McGonagall, tam Snape’in yanında, kapının önüne yakın bir yerde oturuyordu. Onların yan tarafında ise, Lily’nin görmezden gelmeye çalıştığı iki boş sandalye duruyordu. Kendisinde onları tekrar düşünecek cesareti bulamadı.

Müdür’ün tüm üyelerin önünde ayağa dikilmiş olmasıyla, Lily dikkatini Dumbledore’a verdi. Albus Dumbledore da diğer herkes gibi son derece yorgun ve bitkin görünüyordu. Boğazını temizlemesiyle zaten çıt çıkmayan odaya daha da derin bir sessizlik hâkim oldu. Pek çoğunun yüzünde takındığı ifadeyi görebiliyordu; aralarından bazıları son dakikada belli olan bu toplantı yüzünden canı sıkkın bir hâldeyken, diğerleri ise daha fazla acı haber duymaya kendilerini hazırlamaya çalışıyorlarmış gibi görünüyordu.

“Bu kadar ani gelişen bir toplantıya katıldığınız için size teşekkür ederim,” diye başladı Dumbledore. “Birçoğunuzun planlarını iptal etmek veya yeniden düzenlemek zorunda kaldığının farkındayım, o yüzden fazla zamanınızı almayacağım.” Bunu söylerken Lily’ye anlamlı bir bakış attı; bakışlarını kucağındaki ellerine indiren Lily’nin ise kızarmış gibi bir hâli vardı.

“Sorun yok, Lils, hiç kimse fark etmedi.” Sirius sessizce ona takılmıştı.

Lily ona ters bir bakış attı, ama bir şey söylemedi.

“Hepinizin bildiği gibi, geçtiğimiz yılda Ölüm Yiyen’lere birtakım saldırılar meydana geldi,” diye devam etti Dumbledore. “Öldürülen bu Ölüm Yiyen’lerin yakın çevrelerinden oldukları teyit edildi. Bakanlık da Yoldaşlık da bu saldırıları üstlenmediğine göre, bu durum kafalarda saldırganın kim olduğu sorusunu doğuruyor.” Oda sessizdi, tüm gözler Dumbledore’un üzerindeydi. “Bu saldırılardan sonuncusu ise, dün gece gerçekleştirildi. Jason Riley adında bir Ölüm Yiyen evinde ölü bulundu. Bakanlık sorumlu olmadığını iddia ediyor; biz de Yoldaşlık’ın sorumlu olmadığını biliyoruz. Bu Ölüm Yiyen’lerin peşine düşüp onları öldürenin kim olduğu sorusuyla karşı karşıya kalıyoruz.” Dumbledore sözlerini tamamlarken sesi endişeli geliyordu.

“Bu neden önemli ki?” diye sordu Moody, boğuk sesiyle. “Her kim olursa olsun, sonuçta Ölüm Yiyen’leri öldürüyor. Bize yardımcı oluyorlar. Bu bizi niye endişelendirsin ki?”

Birkaç kişi Moody’nin söylediklerini onaylar şekilde homurdandı.

“Bizi endişelendiriyor; çünkü bunu yapanın kim olduğunu ve neden yaptığını bilmiyoruz,” diye açıkladı Dumbledore.

“Belki Yoldaşlık gibi kurulmuş gizli bir örgüt vardır. Belki de Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen’e karşı savaşmak için birileri başka bir grup kurdu ve Ölüm Yiyen’leri hedef alıyorlardır,” diye öneride bulundu Tonks.

“Bu bir ihtimal olabilir.” Dumbledore başını ona doğru çevirdi. “Ancak bu meselenin aslını bir an önce öğrenmek yararımıza olur diye düşünüyorum.”

Lily, Dumbledore’un söylemediği bir şeyler olduğunu fark etti. Dumbledore’la, önce öğrencisi, ardından Yoldaşlık üyesi ve son olarak da kadrosunda çalışan biri olarak, asırlık büyücünün aklından geçen bir şeyi söyleme konusunda tereddüt ettiğini anlayabilecek kadar uzun zaman geçirmişti.

“Dumbledore, bundan daha fazlası mı var?” diye sordu Lily.

Dumbledore Lily’ye baktı ve mavi gözleri bir an ona sabitlendi. İç çekerek konuşmasına devam etti.

“Bir şüphem var ve şu noktada sadece bir şüpheden ibaret; ancak, ölümler üzerine vaka raporlarını okuduğumdan çıkardığım sonuç, Voldemort’un sorumlu olabileceği yönünde.”

Karanlık Lord’un adının geçmesi üzerine bir an için nefesler tutuldu. Dumbledore derin bir iç çekti. Bir isimden korkmanın saçmalıktan başka bir şey olmadığını onlara daha kaç defa söyleyecekti? Adı yüksek sesle söylendiğinde ortaya çıkacak hali yoktu sonuçta.

“Neden böyle düşünüyorsun?” diye sordu McGonagall, elinden geldiğince kendini toparlayarak.

“Söylediğim gibi, bu sadece bir şüphe. Doğru olduğunu bildiğim bir şey varsa, o da, adamları hedef alınıp böyle öldürülürken Voldemort’un arkasına yaslanıp bunun devam etmesine izin vermeyeceği. Elimizdeki raporlara göre, Voldemort bu ölümlerden rahatsız olmuşa benzemiyor. Aksine, bu adamların ölümünden gayet memnun gibi bir hâli var. Bu da, bana, bu adamların Voldemort’a bir yanlış yapmış olabileceklerini ve Voldemort’un da onları öldürmek için bir şekilde bunu planladığını düşündürüyor.” Dumbledore, bakışlarını Snape’e doğru çevirdi. “Severus, olabildiğince fazla bilgi toplamana ihtiyacım var. Elimde ölmüş tüm Ölüm Yiyen’lerin isimlerinin yazılı olduğu bir liste var. Ölmeden önce ne gibi bir görevin parçaları olduklarını öğrenebilecek misin, bir bak bakalım. Voldemort’u bir şekilde kızdırmışlar mı, öğrenmeye çalış.”

Dumbledore parşömeni Snape’e uzattı; Snape aldı ama listeye bakmadı. Karanlık gözleri Dumbledore’a sabitlenmişti.

“Bugünlük bu kadar. Sabrınız için hepinize teşekkür ederim.” Dumbledore konuşmasını bitirirken nazikçe başını eğerek herkesi selamladı.

James, diğerleriyle birlikte, sandalyesinden ayağa kalktı. Aldığı haberler kafasının içinde dolanıyordu.

“Sen ne düşünüyorsun?” diye sordu Sirius. “Sence, bu başka bir gizli örgüt mü yoksa Voldemort yeni müritleri için eskilerinden kurtulmaya mı karar verdi?”

“Onlar Ölüm Yiyen, yenilenmesi gereken kıyafetler değil!” dedi Lily, Sirius’a sinirli bir şekilde.

“Evet, ama sanki o yaratık bunun ayrımını yapabilir de,” diye karşılık verdi Sirius.

“Tuhaf görünüyor,” dedi James, derin düşüncelere dalmıştı.

“Ben Moody’ye katılıyorum. Bence, ölenler Ölüm Yiyen’ler olduğu sürece, kimin öldürdüğünü umursamamalı, tersine minnettar olmalıyız,” diye devam etti Sirius, arkadaşlarını şömineye kadar geçirirken. Onun gitmesi gerekmiyordu; çünkü Karargâh onun eviydi.

James bir şey söylemedi. Ama içten içe Dumbledore’a katılıyordu. Eğer Voldemort adamlarının ölümüne endişelenseydi, bununla ilgili bir şeyler yapardı. Yapmaması, sadece, onun bu ölüm emirlerini veren kişi olduğu anlamına gelebilirdi. Ama asıl soru, neden böyle bir şey yapıyordu?

* * *

4. BÖLÜM 25 TEMMUZ 2019’da FANTASTİK CANAVARLAR’da!

Çeviren: Duygu Baştürk

The post Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #3: Tuhaf Ölümler appeared first on Fantastik Canavarlar.

Harry Potter Dünyasının Gizemli Portreleri Nasıl Çalışıyor?

$
0
0

Hogwarts‘ın duvarları, renkli karakterlerle dolu hareketlendirilmiş portrelerle kaplıdır. Hepsi kendi tuvallerinde, kendi kişilikleriyle birlikte sonsuza dek yaşarlar. Yine de acaba Harry Potter dünyasının portreleri, gerçek hayattaki karşılıklarına ne kadar benzeyebilirler? Pottermore aracılığıyla sorumuzun cevabını arayacağız.

“Ben boya ve hatırayım, Harry, boya ve hatıra.”

Albus Dumbledore’un Portresi – Harry Potter ve Lanetli Çocuk

Büyücülük Dünyas’ında her görüntü kendine has bir şekilde hayat doludur. Daily Prophet’in manşetinde Harry’nin, Profesör Lockhart‘la olan resminden kaçmaya çalışmasından, Albus Dumbledore‘un ölümünden sonra bile portresi üzerinden bilgelik dolu tavsiyelerini vermesine kadar. Yine de bu resimler ne kadar hayatta? Gelin araştıralım…

Resimlere Tılsımlar ve İksirlerle Hayat Verilir

Bir fotoğraf ya da resim olabilir, büyücüler ve cadılar bu görüntülere tılsımlar yoluyla büyüleyerek hayat verebilir. Colin Creevey, kendi Muggle kamerasıyla bile çektiği birçok fotoğrafı hareketlendirmişti – ‘doğru iksiri’ kullandığı sürece bu mümkündü.

Gördüğümüz bazı durumlara bakarsak, durağan bir fotoğrafı çekmek bir video çekmek gibidir. Örneğin Harry kendi fotoğrafında, Gilderoy Lockhart’tan kaçmaya çalışıyordu, gerçek Harry’nin kaçmaya çalıştığı kadar gerçek bir şekilde.

Portrelerin Tutarlılığı, Büyücü ya da Cadının Gücüne Bağlıdır

Harry Potter

Kayda değer cadı ve büyücülerin portresinin yapılması bir gelenektir. Bu sayede mirasları, kendileri öldükten çok sonra bile canlı tutulabilir. Bu yüzden, Hogwarts büyücülük tarihinden sayısız karakterin çerçeveleriyle doludur. Her portredeki karakterin, gerçek hayattaki karşılığının eşsiz karakterine sahip olmasının yanı sıra bazılarının dokusu diğerlerinden daha sağlamdır. Şövalye olarak yaşamış olan Sir Cadogan portresinin yanından geçen herkesi düelloya davet eder. Albus Dumbledore’un portresi ise Müdür’ün ünlü zekasını çok zarif bir şekilde yansıtır.

J.K. Rowling’e göre ne kadar güçlüyseniz, portresiniz o kadar “gerçek” olur. Ayrıca portrenizin yanında kalıp onunla vakit geçirdiğiniz sürece, portreniz sizin kişiliğinizi o kadar iyi yansıtır. Bu yüzden Albus Dumbledore’un portresi çok canlıydı. Buna karşın Çikolatalı Kurbağa kartındaki görüntüsü görsel olarak ona benzese de daha çok yüzeysel bir fotoğraftı. Yine de ufak bir şekilde de olsa önsezileri güçlüydü.

Bu Yüzden Dumbledore’un Portresi Çok Gerçekçidir

Lanetli Çocuk kitabında, Dumbledore’un portresi Harry ile konuşurken gerçek duygularını gösterebiliyordu. Dahası, kendisinin sadece bir portre olduğunun farkındaydı. Şairane bir şekilde kendisini “boya ve hatıra” olarak tanımlıyordu. Diğer taraftansa Harry ve Dumbledore’un portresi samimi bir konuşmaya girebiliyordu. Harry’nin gençliğindeki gibi derin sohbetlere sahipti ve Dumbledore, Harry’ye onu sevdiğini bile itiraf etmişti. Tiyatro oyununda, McGonagall Harry’ye portrenin hala bir “hatıra” olduğunu söylemişti. Fakat bize oldukça ikna edici gelmişti. Bu tarz kalp kalbe bir konuşmayı Şişman Kadın ile yapamazsınız.

Fakat Portreler ve Hayaletler Birbirinden Farklıdır

Animated illustration of Gryffindor house ghost, Nearly Headless Nick

Portreler, sahiplerinin mükemmel bir gölgesiyken, bir hayalet ise daha çok bir izidir – bu yankı, bitmemiş bir işi ölümden sonra da kovalar. Portreler, yaşayanların dünyasını izler ve tavsiye vermek isterken hayaletler biraz daha aktif olabilir ve yeni tecrübelerle davranış değiştirebilir. Neredeyse Kafasız Nick hâlâ Basilisk tarafından zarar görebilir fakat Harry’nin dediği gibi ‘tekrar ölemez’.

Resimler kesinlikle bir şeyleri hatırlayabilir ve sahiplerinin bolca söylediği şeyleri tekrarlayabilir. Fakat resimler daha çok bir ‘aura’ gibidir – hayaletler ise çok daha… kanlı canlıdır – espriyi mazur görün.

Bir röportajda, J.K. Rowling aralarındaki farkı şöyle belirtmişti: ‘Eğer Harry, ebeveynlerinin bir portresine sahip olsa bu ona çok yardımcı olmazdı. Fakat onların hayaletleriyle tanışsa, bu çok daha anlamlı bir etkileşim olurdu…’

Portreler Kendi ‘Hayatları’ İçin Korkarlar

Hayaletler iki dünya arasındaki durumlarını sonsuza kadar korumayı seçebilirken, portreler yok edilmekten korkar. Bu korkuyu en yakın gördüğümüz olay, Harry Potter ve Azkaban Tutsağı kitabındaki Şişman Kadın’ın saldırıya uğramasıydı. Güvende kalmak için diğer çerçevelere geçmişti çünkü kendi tuvali parçalanmıştı. Şişman Kadın’ın korkusundan anladığımız kadarıyla, bir resim yok olursa, içinde saklanmış karakterler de yok olur.

Peki… Kimse Lord Voldemort’un Bir Portresini Yapmadı mı?

Merlin sağ olsun hiçbirine rastlamadık. Voldemort bir resimle oturup konuşmaktansa ruhunu parçalayarak Hortkuluklara aktarmakla daha çok meşguldü. En iyisi olmuş. Walburga Black’in portresinin bu dünyadakilere çektirdiği eziyetleri yeterince gördük…

Peki siz kendi portrenizin olmasını ister miydiniz? Sizce ne kadar gerçekçi olurlardı? Bizlerle paylaşmayı unutmayın!

Harry Potter

Siz Harry Potter dünyasının portreleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Yorumlarınızı bizlerle paylaşmayı unutmayın!


Harry Potter Dizisi mi Geliyor? J.K. Rowling İddiaları Yanıtladı

* Yeni Harry Potter Sitesinin Bol Detaylı Keşif Rehberi

* Harry Potter Portreleri Hakkında Bilmeniz Gerekenler

* Albus Dumbledore’un Hareketli Portresine “Merhaba” Deyin!

* Pottermore Göz Alıcı Portrelerle Karşınızda: Çapulcuları Hiç Böyle Görmediniz!

The post Harry Potter Dünyasının Gizemli Portreleri Nasıl Çalışıyor? appeared first on Fantastik Canavarlar.


Daniel Radcliffe 30 Yaşında!

$
0
0

Daniel Radcliffe

Yıllar önce hayatımıza Harry Potter rolüyle giren Daniel Radcliffe, 23 Temmuz 2019 tarihiyle tam 30 yaşına bastı! Zamanın bu kadar hızlı geçmesi gerçekten de tuhaf değil mi?

Harry Potter ile büyüyen bir nesil olarak Potter oyuncularının da büyüdüğüne, evlenip yuva kurduğuna, sinemada ve tiyatroda harika işlere imza attığına şahit olduk. Hatta karma dövüş sanatlarında ödüller alan bile çıktı!

Bugünse Daniel Jacob Radcliffe için bir eşiği aşma zamanı. 1989 doğumlu başarılı aktör artık 30 yaşında. 2001 yılından 2011 yılındaki Ölüm Yadigarları Bölüm 2′ye kadar Harry Potter rolünü layıkıyla yerine getiren oyuncu son film yayınlandığında 22 yaşındaydı.

2012 yılında The Woman in Black, 2013’te Kill Your Darlings, 2015’te Victor Frankenstein, Swiss Army Man, Now You See Me 2 ve 2016 yılında Imperium filmlerinde rol aldı.

Çeşitli televizyon dizileri ve tiyatro oyunlarında da rol alan İngiliz aktör şu sıralar Guns Akimbo filmiyle karşımıza çıkmaya hazırlanıyor.

2001 yılındaki Harry Potter rolüyle bütün hayatı değişen Radcliffe, J.K. Rowling’in araladığı bu kapıdan başarıyla geçen kıymetli isimlerden.

Kendisine yeni yaşında mutluluklar diliyor, hızla geçen zamanı ise şaşkınlıkla karşılıyoruz!

Bu sırada sizleri de nostalji duygularınızı kabartacak Tweet’ler ile baş başa bırakıyoruz:

* * *

Harry Potter Dizisi mi Geliyor? J.K. Rowling İddiaları Yanıtladı

Daniel Radcliffe’den Alan Rickman ve “Game of Thrones”a Dair Çok Özel Açıklamalar

Daniel Radcliffe, Harry Potter’dan Kazandığı Serveti Neredeyse Hiç Harcamadığını Söyledi

Daniel Radcliffe: “Başka Harry Potter Versiyonları Göreceğiz, Son Harry Potter Ben Değilim”

The post Daniel Radcliffe 30 Yaşında! appeared first on Fantastik Canavarlar.

Karanlık Prens –İçimdeki Karanlık #4: Prens’in Dünyası

$
0
0

Karanlık Prens

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

1. BÖLÜM

2. BÖLÜM

3. BÖLÜM


Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin dördüncü bölümü!

bölüm 4

Prens’in Dünyası

“Hadi, Prens! O kadar da zor değil!” diye sızlandı Bella, Harry’ye kara gözlerini kısar vaziyette.

Efendisinin Kemik Kıran Laneti’ni yapmakta zorlanmasına sinirlenmemiş, daha çok şaşırmıştı. Genelde büyüleri ve lanetleri kavramakta hiç zorlanmazdı.

Harry derin bir nefes alıp yeniden odaklanmayı denedi. Yara izine saplanan acı yüzünden şu aptal lanete kendini vermekte zorlanıyordu. Konsantrasyonu yerle bir olmuştu.

Eliyle Bella’ya laneti tekrar göstermesini işaret etti.

“Adflicto Corporis!” Bella, Kemik Kıran Laneti hedef olarak kullandıkları mankene savurdu. Büyü, iskelet mankeni tam uyruk kemiğinden vurdu ve onu ikiye ayırdı.

Harry aynısını yapmaya çalıştı, ama iskeletin diğer sağlam bacağına yolladığı büyü hiçbir işe yaramadı. Sinirden çıldırmış halde, asasını odanın karşısında duran hedefe doğru fırlattı. Asası, birkaç taklanın ardından çatırtıyla mermer zemine düştü.

Bella olanları eğlenerek seyretti.

“Bu da bir fikir tabii,” dedi kıs kıs gülerek. “Hedefine lanet sallamak yerine asanı da fırlatabilirsin. Hatta düzgün hedeflersen, göz bile çıkarırsın.”

Bella hayatında ilk defa karşılaştığı bu durumla o kadar eğleniyordu ki, Harry ona en pis bakışını attı; şimdiye kadar Bella’nın çok iyi yaptığı bir büyüyü onun yapamadığı görülmemişti.

“Senin her zamanki küstahlığını dinleyecek havamda değilim,” dedi ona. Elinin bir hareketiyle asasını çağırdı, ama hedefe nişan almak yerine direkt cebine koydu. “Yarın tekrar denerim; odaklanamıyorum,” dedi eliyle alnını ovalayarak; yara izinden gelen acı yüzünden gözlerini sımsıkı yummuştu.

Harry’nin alnını ovaladığını gören Bella’nın yüzündeki pis sırıtış kayboldu. Süratle yanına koştu.

“Yara izin mi yine? Üzgünüm, Harry, hiç fark etmedim,” diye özür diledi. Harry’nin konsantre olamayışının sebebini şimdi anlamıştı.

Ellerini alnından kaldırdı ve Harry’nin neden acı çektiğini anlamaya çalıştı. Söz konusu Harry olduğunda bir şey söylemek zordu. İze bakmak için Harry’nin başını kibarca yukarı kaldırdı. Harry ise kendini geri çekti; acısı şiddetlendiği için dişlerini sıkıyordu.

“İyiyim. Sadece beni yalnız bırak,” dedi, parmaklarıyla alnına masaj yaparak.

Bella onu duymazdan geldi. Harry’nin iyi olduğu zamanları da, olmadığı zamanları da iyi biliyordu. Ayrıca, Harry’nin konu kendisi olunca fazla gururlu davrandığını da biliyordu. Çalışma sahasında bulunan küçük bir dolaba yöneldi ve dolaptan ağrısı için ufak bir şişe iksir çıkardı. Harry’ye dönüp iksiri eline tutuşturdu.

“Daha önce söylemen gerekirdi,” dedi, Harry’nin bir saattir çektiği sessiz ıstıraptan dolayı sinirlenmiş bir halde.

Harry, şişeyi bir dikişte kafasına dikmeden önce, odada bulunan tek koltuğa kendini bıraktı. İksir, etkisini hemen göstermiş, yara izinin ağrısı biraz olsun hafiflemişti. Nasıl ki bu acının kaynağı babasının öfkelenmesiydi, o zaman yine anca o sakinleşince durabilirdi.

“Sakinleşmesini bekliyordum,” diye açıkladı Harry. “Ben yakınlarındayken genelde öfkesine bundan daha iyi hâkim olur.”

Bella, endişeli bakışlarını kapıya dikti.

“Çok sinirli olsa gerek,” dedi kısık bir sesle; gerginlikten dudaklarını ısırıyordu. “Ne oldu acaba?”

Harry koltuğunda arkasına yaslandı.

“Her ne oluyorsa, baya canı sıkılmış,” dedi.

Bella, gözlerini ondan ayırmadan yanına oturdu.

“Sahi mi? Ne kadar sıkılmış?” diyor sordu telaş içinde.

Harry, soru karşısında gözlerini devirdi. “Babamın ruh halinin habercisi olmaktan çok sıkıldım,” diye cevapladı. “Kendimi bildim bileli, sen ve Lucius babamın yanına gitmeden önce yara izimin ne kadar acıdığını soruyorsunuz.”

“E ne var bunda?” diye sordu Bella.

Pis bir ağrı, Harry’nin cevap vermesini engelledi. Elini alnına bastırdı ve ondan gelen hiddetin acısına bir son verir umuduyla dişlerini sıktı.

“Lanet olsun!” diye soludu Harry, yara izini ovalayarak. “Onu bu kadar çileden çıkaran ne olmuş olabilir ki?”

“Saygısızlık etme, Harry,” diye aniden çıkıştı Bella.

Harry, yeşil gözleriyle ona pis bir bakış atmadan önce, kendi kendine hafifçe sırıtmadan edemedi.

“Kafamın ikiye ayrılacak olmasından zevk almadığım için özür dilerim!”

“Bilerek yapmadığını sen de biliyorsun!” diye cevapladı Bella. “Efendimiz senin asla acı çekmeni istemez, hele ki kendisi yüzünden.”

“Peki, şimdi gidip onu neyin bu kadar delirttiğini öğreneceğim!” dedi Harry, ayağa kalkarak. Bella’yı koltukta oturur halde bırakıp kapıya doğru yürürken gümüş maskesini çıkardı.

* * *

Harry dakikalar içinde babasının dev ahşap kapısının önündeydi. Riddle Malikânesi’nin içinde ve dışında bulunan tüm gizli geçitleri öğrendiğinde daha on yaşındaydı. Harry, yüzünde gümüş maskesiyle, kapıya bir kez vurdu. Cevap beklemeden babasının odasına doğru yürüdü.

Lord Voldemort, genç vârisi içeri girerken dönüp baktı. İlk başta, Harry’nin orada olmasına şaşırdı ama ardından hızlıca neden burada olduğunun idrakine vardı. Hemen sakinleşmek ve tüm vücudunu saran öfkenin şiddetini dindirmek için kendini telkin etmeye çalıştı. Öfkesi geçer geçmez ise, Crabbe’in üzerindeki Cruciatus laneti de etkisini yitirmiş oldu. Ölüm Yiyen yavaşça güç bela ayağa kalktı; bacakları hâlâ şiddetle sarsılıyordu.

“Efendim! …merhamet edin… Efendim!…”

“Kes!” diye tısladı Voldemort ve Crabbe’e eliyle gözünün önünden kaybolmasını işaret etti.

Crabbe, Efendisinin ona neden işkence etmeyi durdurduğunu bilmiyordu. Voldemort’un bu işkenceyi yeterli bulduğunu düşündü. Harry odaya girerken, Cruciatus laneti etkisinde işkence görmekte olduğu için içeriye birinin girdiğini fark etmemişti. Harry kapıdan girdiği ve yanından geçtiği halde, Crabbe Harry’nin odada olduğundan hâlâ bihaberdi. Babası Voldemort’tan gölgelere saklanma sanatını öğrenmişti. Zor değildi; çünkü Voldemort’un odalarına daima karanlık hâkimdi.

Crabbe gider gitmez, Harry gölgelerin arasından, saklandığı köşeden çıktı ve babasına doğru yürüdü; aynı zamanda maskesini de çıkarıyordu.

Voldemort’un son sinir kalıntısı da, Harry’yi görünce uçup gitti.

“Döndüğünü bilmiyordum,” dedi Voldemort.

“Döneli birkaç saat oldu,” diye cevap verdi Harry. “Beynim patlayıp yarılmadan önce seni neyin bu kadar sinirlendirdiğini öğrenmeye geldim.”

Harry’nin sözleri üzerine, Voldemort yalnızca Harry’nin ona hissettirebileceği bir duygu hissetti: suçluluk.

“Evde olduğunu bilseydim, Crabbe’e işkence etmezdim. O embesili hemen öldürür, noktayı koyardım,” dedi Voldemort.

Harry çaktırmadan sırıttı; babasının öfkesini her zaman biraz komik buluyordu. Hiçbir zaman öfkesinin karşısında olmayı tatmadığı içindi, muhtemelen.

“Ne yapmış bu sersem, peki?” diye sordu Harry.

“Hiçbir şey yapmadı.” Voldemort yeniden Ölüm Yiyen’e olan sinirini bastırmaya çalışıyordu. “Sinir bozucu bazı haberler getirdi. Anlaşılan o ki, Riley’nin bir suç ortağı varmış.”

Harry’nin alaycı tavrı, Voldemort’un sözleriyle buhar olup gitti.

“Emirlerin nedir, baba?” diye sordu derhâl.

Lord Voldemort oğluna doğru yürüdü ve gözlerini ona dikerek ellerini Harry’nin omuzlarına koydu.

“İşini bitir!” diye tısladı.

Harry’nin gözleri Voldemort’la buluştu ve görevin tamamlanmasında ihtiyacı olan her detayı görmesi için babasının zihnine girmesine izin verdi. Şimdi elinde bir adres ve bir yüz vardı. Tüm ihtiyacı olan da, buydu.

Harry tam dönüp gitmeye yeltenmişti ki, babası onu durdurup sıkıca kavradı. Uzun parmağıyla çenesini kaldırdı ki, o zümrüt yeşili gözlere daha dikkatli bakabilsin.

“Olanlar yüzünden senin de canının sıkılmasına üzüldüm, Harry. Seni duygularıma ortak etmekten ne kadar nefret ettiğimi biliyorsun.”

Voldemort, Harry dönüp odadan ayrılırken onu seyretti. Harry’ye o yara izini verdiğinde vârisiyle arasında böyle bir bağ oluşacağını hiç tahmin etmemişti. Son zamanlarda, onun için daha fazla üzülüyordu. Voldemort ne zaman güçlü bir duygu hissetse, Harry acı çekiyordu. İster mutlu olsun ister üzgün, fark etmezdi. Hissettiği her yoğun duygu, Harry’ye keskin bir acıya mal oluyordu.

Voldemort, Harry’nin hissettiği acının yıllar geçtikçe daha da şiddetlendiğini fark etmişti; o yüzden Harry etrafındayken duygularını kontrol altında tutması gerekiyordu. Tabii ki, Harry görev için uzaklaştığı zamanlarda Voldemort, Harry’yi incitme korkusu olmadan, mutluluğunu veya kızgınlığını dilediği gibi yaşayabiliyordu. Çünkü Harry’nin yalnızca Karanlık Lord’a çok yakın olduğu anlarda acı çektiği anlaşılmıştı.

Voldemort, yüksek arkalıklı sandalyesine oturdu ve sessizce Jason Riley’nin suç ortağı Hunt’ı düşünmeye koyuldu. Hunt, yakın çevreden bir Ölüm Yiyen bile değildi. Pek işin ehli biri bile değildi. Öyleyse, neden Riley kendine suç ortağı olarak onu seçmişti?

Voldemort, Riley’nin bildiği her şeyi Hunt’ın da bildiğinden şüphelendi ki bu da, Hunt’ın yaşamasına izin vermeyeceği anlamına geliyordu. Ölmesi gerekiyordu ve onun Harry’si bu işi bitirecekti.

* * *

5. BÖLÜM 29 TEMMUZ 2019’da FANTASTİK CANAVARLAR’da!

Çeviren: Tuba Toraman

The post Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #4: Prens’in Dünyası appeared first on Fantastik Canavarlar.

ÇEKİLİŞ: “Sihir Dükkanı’ndan 100’er TL’lik Hediye Çeki”

$
0
0

Sihir Dükkanı (sihirdukkani.com) sitesiyle birlikte yaptığımız çekilişte, toplamda 5 kişiye siteden alışveriş yapabilecekleri 100’er TL’lik hediye çeki veriyoruz!

Facebook, Twitter ve Instagram hesaplarımız ile Forumlarımız üzerinden yapacağımız çekilişlerle sahiplerini hediye çeklerini kazanmak için aşağıdaki bağlantıları kullanabilirsiniz!

TÜM ÇEKİLİŞLER İÇİN SON KATILIM TARİHİ: 4 Ağutos 2019 – 23.59

Twitter çekilişine katılmak için TIKLAYIN.

Facebook çekilişine katılmak için TIKLAYIN.

Instagram çekilişine katılmak için TIKLAYIN.

Forum çekilişine katılmak için TIKLAYIN.

NOT: Forum çekilişi için bu başlık altında “Çekilişe Katılmak İstiyorum” yazmanız yeterli olacaktır.

Çekiliş için şimdiden iyi şanslar!

The post ÇEKİLİŞ: “Sihir Dükkanı’ndan 100’er TL’lik Hediye Çeki” appeared first on Fantastik Canavarlar.

Karanlık Prens –İçimdeki Karanlık #5: Görev

$
0
0

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

1. BÖLÜM

2. BÖLÜM

3. BÖLÜM

4. BÖLÜM


Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin beşinci bölümü!

bölüm 5

Görev

James boş binanın etrafından baktı. Bir insan neden boş bir depoda yaşamayı tercih ederdi ki?  Sessizce ilerleyip diğer iki Seherbaz’a binanın arkasını kontrol etmelerini işaret etti.

Bir Ölüm Yiyen’in burada saklandığı haberini almışlardı. Harabeye dönmüş buz gibi bir depoyu kendine ev olarak seçmesi oldukça gizemliydi. James’in de dâhil olduğu beş kişilik bir Seherbaz ekibi, Ölüm Yiyen’i bulup yakalamak için bu depoya gönderilmişti. Takım; James, en yakın arkadaşı Sirius, Yoldaşlık üyesi bir arkadaşları Kingsley Shacklebolt ve iki Bakanlık Seherbaz’ı Liam ve Nathan’dan oluşuyordu.

Diğer iki Seherbaz sessizce binanın arkasına sokulurken Sirius ve Kingsley, James’in yanında kaldı. Şimdiye kadar Ölüm Yiyen’den hiçbir iz yoktu.

James tam köşeyi dönmüşken, deponun diğer ucunda oturup sırtını duvara vermiş, kısa, sarı saçlı bir adamı görür gibi oldu. Yüzü ellerinin arkasına saklanmıştı ve titriyor gibi bir hâli vardı. Soğuktan mıydı yoksa korkudan mı, James ayırt edemiyordu.

James, Sirius ve Kingsley adama yaklaşmaya hazırlanırken sessizce bakışıp asalarını çıkardılar. Adamın sol kolunda, Ölüm Yiyen olduğunu gösteren İşaret’in farkına varmış olsalardı, onu tutuklarlardı.

Adama doğru bir adım daha atamadan kapı çarpması gibi bir gürültü duydular. Ses, birden fazla kapı ve pencere çarpıyormuşçasına her tarafta yankılandı. Şüpheli Ölüm Yiyen, sesin gelmesiyle kafasını kaldırdı ve gözleri deli gibi depoyu taradı; asasını titrek ellerle önünde bir silah gibi tutuyordu. James, Sirius ve Kingsley ise, kendilerini bir tür bariyerin arkasına atarak görüş mesafesinden hızla çekildiler.

Adamın ayağa kalkıp gözleriyle çevreyi taramasını ve asasını kaldırışını izlediler. Adam aniden durdu ve yüzünü yeni gelen bir sese doğru döndü. James de duymuştu – net ve şüphe götürmez bir şekilde.

Ayak sesleri.

Birisi onlara doğru yürüyordu. James, onlara yaklaşanın kim olduğunu görmek için arkasında saklandığı ahşap kasanın üzerinden boynunu uzattı. Ayak seslerinin, Liam’a ya da Nathan’a ait olabileceğini düşündü; ancak, Seherbaz’lar sessiz ve tedbirli olması gerektiğini bilirdi, elbette. Şüpheli bir Ölüm Yiyen’e böyle pervasızca yaklaşacak değillerdi. Bu kişi, her kimse, sessiz kalmak adına hiçbir çaba sarf etmiyordu.

Kısa, sarı saçlı adam aniden yarı ağlamaklı, yarı hıçkırık benzeri boğulmuş gibi bir ses çıkardı. Asasını önünde titrek bir şekilde tutarken, duvara doğru geriledikçe paniklemiş olduğu açıkça görülüyordu.

Seherbaz’lar da adamın gördüğü şeyi görmüş, ama adamın tepkisini anlamlandıramamışlardı. Gördükleri tek şey, Ölüm Yiyen’e doğru yürümekte olan, yüzü gümüş bir maskeyle örtülü, siyahlar içinde bir çocuktu. Tok ve kendinden emin ayak sesleri, bu çocuğa aitti. Maskeli çocuk, sinmiş hâldeki adamın bir adım ötesinde durdu.

“Sensin!” Panik içindeki adam, mavi gözleri çocuğa kitlenmiş bir halde korku dolu bir ses tonuyla konuşuyordu. “O sensin! Karanlık Prens!”

James, Sirius’un bakışlarını yakaladı ve ikisinin de yüzünde komik bir ifade belirdi. ‘Karanlık Prens’, az rastlanır türden tuhaf bir isimdi.

“Başka birini mi bekliyordun?” diye sordu maskeli çocuk; sesi eğleniyor gibiydi.

James şaşkınlıktan kalakaldı. Ses, gümüş maskenin ardındakinin gerçekten de bir çocuk olduğunu ele veriyordu. Ama çocuğun sesiyle ilgili onu tedirgin eden başka bir şey vardı. Anlam veremediği tuhaf bir aşinalık…

Ölüm Yiyen aniden dizlerinin üstüne çöktü; asası da, parmakları arasından beceriksizce kayıp gitmişti.

“Lütfen, Prens’im! Öldürmeyin beni! Lütfen, merhamet edin!” diye yalvardı adam.

James bu adamın neden bu kadar korktuğuna anlam veremedi. “Sadece bir çocuk!” diye düşündü kendi kendine. “Ne kadar zarar verebilirdi ki?” James’in görebildiği kadarıyla çocuğun elinde adama doğrultulmuş bir asa bile yoktu. Maskeli çocuk, Ölüm Yiyen’in önünde, görünürde bir silahı olmadan dikiliyordu; ama yine de bu yetişkin adam, korkudan tir tir titriyordu. James, Sirius ve Kingsley’e harekete geçmelerini işaret etti. İki Seherbaz da başlarıyla onayladılar.

“Sen merhameti hak etmiyorsun, Hunt,” dedi çocuk sadece. “Sen babama ihanet ettin. Hak ettiğin tek şey, ölüm.” Çocuk cübbesinin cebine uzandı ve asasını çıkardı.

James, sessizce çocuğun üzerine atılmaya hazırlandı. Buraya Ölüm Yiyen’i yakalamak için gelmişti, öldürülmesini izlemek için değil. Bu Ölüm Yiyen’e karşı içinde hiçbir merhamet beslemiyordu, ancak bu hainin hayatını kurtarabilirse, ondan çok değerli bilgiler edinebilirdi; bu bilgiler ise, onu doğrudan Voldemort’un kendisine götürebilirdi. Ve James, Voldemort’a ulaşmak için her şeyi yapmaya niyetliydi.

“O ben değildim! Riley’ydi! Bütün hepsi ondan çıktı!” demeye başladı Hunt, umutsuzca. “Karanlık Lord’a şantaj yapmaya çalışan oydu! Ben bunların hiçbirine dâhil olmadım! Yemin ederim! Ben Karanlık Lord’a sadığım; Efendime, Lord Voldemort’a ve size, Karanlık Prens! Ben Lord Voldemort’un ve oğlunun hizmetkârıyım. Lütfen, lütfen beni öldürmeyin! Özür dilerim! Beni affedin, lütfen!” diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

James, tam harekete geçmek üzereyken durdu. Doğru mu duymuştu? Voldemort’un bir oğlu mu vardı? James, aynı derecede şaşırmış görünen Sirius ve Kingsley’e baktı. İkisinin de beti benzi atmıştı. Az önce duydukları, hepsinin şaşkınlıktan donup kalmasına sebep olmuştu.

James, maskeli çocuğa tekrar bakmak için döndü – bu sefer ona tamamen farklı bir gözle bakıyordu. O, büyücü dünyasının en acımasız, en soğukkanlı katili Voldemort’un oğluydu. Bu çocuk, onun canından ve kanındandı. James, Hunt’ın korku dolu tepkisini şimdi anlıyordu.

“Sen Lord Voldemort’a karşı bir suç işledin. Bu yüzden sana merhamet yok.” Çocuk, asasını Hunt’a doğru uzatarak gözlerinin ortasını hedef aldı. “Babam unutmaz ve ben de affetmem.”

“Lütfen, Karanlık Prens! Hayır, hayır, lütfen! Lütfen!” Hunt, şimdi, çocuktan ve asasından kaçmaya çalışarak deli gibi ağlıyordu.

James sinyali verdi ve üç Seherbaz aynı anda çocuğun üzerine atıldı. Üç ayrı ‘Sersemlet’ laneti, genç çocuğa doğru yol aldı. Üç lanetten biri bile ona ulaşamadan önce çocuk asasını çevirdi ve mavi renkli bir kalkan baştan aşağı etrafını sardı. Sersemlet lanetinin kırmızı ışıkları, mavi baloncuğa çarparak yok oldular.

Maskeli çocuk kalkanını indirip üç şaşkın Seherbaz’la yüz yüze gelmek için arkasını döndü. İlk birkaç saniye hiçbir şey olmadı. James, gümüş maskenin ardından bakan yemyeşil gözlerin üç Seherbaz’a doğru bakışını izledi. Yeşil gözlerin onunkilerle buluşmasıyla, tüm vücudunu baştan ayağa saran bir ürperti hissetti. Çocuğun gözlerinde bir şey ışıldadı ve James nedenini anlamadığı bir sebepten ötürü kalbinin teklediğini hissetti.

O anlarda zaman durmuş gibiydi. James gözünü bile kırpamadan geriye doğru savrulmuştu. Nasıl saldırıya uğradığı hakkında tamamen kafası karışmış ve nefesi kesilmiş bir hâlde yere çakılmıştı. Sözsüz ve asasız bir büyüyle saldırıya uğradığını fark etti. Yerde yatarak fazla vakit kaybetmedi. Ayağa kalktı ve asasını çekti; artık hazırdı. O anda, Kingsley ve Sirius’un çocuğa doğru iki lanet gönderdiklerini ama hedefi vurmayı başaramadıklarını gördü.

Çocuk, lanetlerin yolundan çekildi ve Sirius’la Kingsley’e doğru birkaç lanet savurdu. James, düelloya katılmak için arkadaşlarının yanına koştu. O sırada, Ölüm Yiyen Hunt’ın emekleyerek sıvışmaya çalıştığı gözüne ilişti. Ölüm Yiyen, pencereye doğru süründü, ancak açmayı başaramadı. Karanlık Prens geldiğinde, arkasından tüm kapı ve pencereleri kilitlemişti. Hunt, camı kırar da kaçar umuduyla bir şeyler bulmak için etrafına bakındı. James dikkatini, Karanlık Prens’le düello eden arkadaşlarına çevirdi.

Sirius çocuğa doğru birbiri ardına üç lanet gönderirken, Kingsley de ona doğru atıldı. Çocuk lanetlerin ikisini saptırdı ve üçüncüyü de rahatlıkla geçiştirdi. Kingsley daha ona ulaşamadan çocuk, yerinde dönerek uzun ve yapılı Seherbaz’ın göğsünün tam ortasına çok güçlü bir tekme savurdu ve aksi yöne uçmasını sağladı.

James çocuğa doğru bir Sersemletme büyüsü gönderdi; ama büyü, dünyadaki en kolay şeymişçesine, yön değiştirdi.

Ancak, çocuk, James’i hedef almak yerine, büyüyü Sirius’a yollamıştı.

“Incendio!”

Sirius’un cübbesinin ucu alev alırken James dehşetle izledi.

“Sirius!” diye bağırdı James; ancak, arkadaşı sakin bir şekilde asasının tek bir hareketiyle alevi söndürmüştü.

Kingsley, yeniden ayağa kalkmayı başardı ve çocuğa saldırmak için daha fazla vakit kaybetmedi.

“Petrificus Totalus!” diye gür sesiyle haykırdı Seherbaz.

Mavi kalkan yeniden yükselerek çocuğu koruma altına aldı. James hayrete düşmüştü. Bir kalkanın böyle bir şey yapabildiğini daha önce hiç görmemişti.

Düellonun gürültüsü, Liam ve Nathan’ı koşarak onlara doğru getirmişti, tabii. İş arkadaşlarının kiminle düello yaptığını gördüklerinde şaşıp kaldılar, ama soru sormanın sırası olmadığını biliyorlardı. Silahsızlandırma büyüsü göndererek, maskeli çocuğa doğru atıldılar.

Çocuk, misilleme yapmadan önce laneti yolundan saptırdı. Sonra, asasını Liam’ın olduğu yöne doğru salladı ve Seherbaz havaya uçup acı verici bir şekilde duvara çakıldı.

“Diffindo!” Çocuk, Ayırma büyüsünü Nathan’a gönderdi. Adamın üst gövdesinde derin bir yara açıldı; öyle ki, asasını elinden düşürüp can havliyle göğsünü tuttu. Acıdan inleyerek yere yığıldı.

Kingsley, Sirius, Liam ve James hep birlikte saldırmak için çocuğa yöneldiler. Dördünün büyüsü de, çocuğun mavi kalkanını aşmayı başaramadı. Bir anlığına kalkanını indiren çocuk, asasını tavana doğrulttu.

“Confringo!”

Patlatma büyüsü, tavan boyunca uzanan uzun ince borulara çarptı. Korkunç bir çatırdama sesiyle, demir boru kırıldı ve üzerlerine çöktü. Dört Seherbaz, boru yere çakıldığı esnada devasa metalin yolundan çekildiler.

Maskeli çocuk Hunt’ı cübbesinin yakasından kavramış pencereden uzaklaştırırken, James tam zamanında doğruldu. Çocuk, Ölüm Yiyen’i yere fırlatarak adamın beton zemine serilmesine sebep oldu. Tekrar hedef alırken, Hunt korkuyla kendini geriye itmeye başladı.

“Expelliarmus!” Laneti yollayan Liam’dı; ancak, çocuk büyüyü savuşturduğu için onu silahsızlandırmayı başaramadı.

Kingsley, Sirius ve Liam, Hunt’ın kaçması için fırsat yaratmak adına çocuğun dikkatini kendi üzerlerine çektiler.

Üç Seherbaz, maskeli çocukla düello ederken, James Ölüm Yiyen’e doğru fırladı; o esnada, ayağıyla pencerenin camını kırmaya çalışan Ölüm Yiyen’in nafile bir çabanın içinde olduğu ortadaydı. James, adamı yakalayarak ürkmesine neden oldu.

“Eğer yaşamak istiyorsan, bizimle gelmeni öneririm!” dedi James.

Hunt’ın gözleri, Karanlık Prens ile Seherbaz’lar arasındaki dövüşe yöneldi. Uyuşmuş bir halde yüzünü James’e döndü.

“Biz seni tutuklamak istiyoruz. O seni öldürmek istiyor. Seçimini yap!” dedi James soğukça.

Sersemlemesine sebep olan korkuyla mücadele ettiği ortadaydı ve birden ayağa kalktı.

James, adamı cübbesinin yakasından tuttuğu gibi çıkışa doğru koştu. Binaya girmeden önce denediği için deponun içinde Cisimlenme-karşıtı büyülerin olduğunu biliyordu. Buradan çıkmaları için, çocuğun önceden kilitlediği kapıları açmanın bir yolunu bulması gerekiyordu.

James, hiç bilmediği bir büyünün sözlerini duyduğunda kapıya neredeyse ulaşmışlardı.

“Adflicto Corporis!”

Acı dolu korkunç bir çığlık, durup arkasına dönmesine sebep oldu. Döndüğünde, Liam’ı, iki eliyle birden bacağını tutmuş, yerde acı içinde inlerken gördü. Bacağının kırıldığını anlamak hiç de zor değildi.

Kingsley ise, yerde baygın yatıyordu; yani, geriye sadece Sirius kalmıştı. James, Sirius’un, kollarını boğmak istercesine çocuğun boynuna dolayışını ve onu alt edişini izledi.

“Şimdi yakaladım seni, velet!” dedi Sirius, pis pis gülerek.

Çocuk mücadele etmedi; onun yerine, kafasını geriye gömerek Sirius’un yüzüne kafa attı. Sirius, kırılan burnundan kan fışkırırken, acı dolu bir ulumayla geriye doğru sendeleyip çocuğu bıraktı. Çocuk yerinde döndü ve yumruğunu Sirius’un kafasına geçirdi. Sirius, acı içinde inleyerek yere düştü.

Çocuk başka bir şey yapamadan, Sirius çocuğun bacağını yakaladığı gibi yere düşmesine neden oldu. Ayağa kalkıp çocuğu haklamaya çalışıyordu.

James, Sirius’un başarılı olup olmadığını görmek için beklemedi. Hunt’ı buradan çıkarmalıydı. Titreyen sersemi yakaladı ve olabildiğince hızlı bir şekilde kapıya doğru yöneldi. Kapı kilitliydi, ama James bir tersine çevirme büyüsüyle kapıyı açmayı başardı. Kapı tık diye açılıverdi ve James, Hunt’ı da yanı başında sürükleyerek aceleyle dışarı çıktı.

James arkasından kapının uçarcasına açıldığını duyduğunda, depodan sadece birkaç adım uzaklaşabilmişlerdi. Hunt’la beraber koşmaya devam etti. Korunaklı alandan bir çıkabilse, Hunt’la birlikte buradan Cisimlenebilirdi.

Bir büyünün yanından geçtiğini hissettiğinde ve büyü Hunt’ı arkasından vurduğunda, James tam da korunaklı bölgenin sınırındaydı. Hunt sertçe yere düştü. Adam öldüren lanetle vuruldu korkusuyla, James korkudan dondu kaldı. Yan yan baktığı Ölüm Yiyen’in hâlâ nefes aldığını görebiliyordu.

Çocuk, neredeyse sakin bir şekilde onlara yaklaştı ve birkaç adım ötede durdu. James, onu, gelecek başka bir büyüden korumak için Hunt’ın önünde durdu. İlk bakışta çocuk oldukça sakin görünüyordu; fakat yakından bakıldığında, James çocuğun çok ama çok kızgın olduğunu anladı. Vücudu kaskatı kesilmişti, parmak boğumları ise asasını sımsıkı tutmaktan bembeyaz görünüyordu. Gümüş maskenin ardındaki yeşil gözleri James’e sabitlenmişti ve James, yine, o güçlü tedirginlik duygusuna kapıldığını hissetti.

“O adam, benim,” dedi çocuk, buz gibi bir sesle. “O seni ilgilendirmez. Yolumdan çekil.”

James ürperdi. Bu çocukta ve sesinde, ensesindeki tüyleri diken diken eden bir şey vardı. Aşinalık hissi o kadar güçlüydü ki; bu his, James’in diğer tüm duygularına üstün geliyordu. James, zar zor kalkanını kaldırdı ve Hunt’ı korumak adına cesur bir duruş sergiledi.

“Onu öldürmene izin vermeyeceğim,” dedi.

Çocuk kafasını yana eğdi.

“Öyle mi? Ne zamandan beri Seherbaz’lar Ölüm Yiyen’leri koruyor?” diye sordu çocuk.

“Ölüm Yiyen’ler birbirlerini öldürmeye başladığından beri,” diye cevapladı James.

Çocuk kızmıştı. Yüz ifadesini saklayan maskeyle bile James, çocuğun öfkeli olduğunu anlayabiliyordu.

“Ben pis bir Ölüm Yiyen değilim!” diye hırladı çocuk.

Sözleri James’i şaşırttı; ancak, çocuk lafını söyler söylemez asasını sallayıp onu geriye savurduğundan James’in bir şey söyleme fırsatı olmamıştı. James, acılı bir şekilde sert zemine düştü ve bir anlığına hareket edemedi. Ayağa kalkmak için çabaladı ve Karanlık Prens’in, yerde yatmış hâlde hayatı için yalvaran Hunt’a asasını doğrultuşunu gördü.

“Hayır! Hayır, lütfen, lütfen merhamet et!” diye yalvarıyordu.

Çocuk hedef aldı ve lanetli kelimeleri söyledi.

“Avada Kedavra!”

James’in nefesi kesildi; yeşil ışığın, çocuğun asasından ayrılıp Hunt’ı direkt gözlerinin ortasından vuruşunu izledi. Hunt yere yığıldı; bu mesafeden bile, Hunt’ın ölmüş olduğu, su götürmez bir gerçekti. Çocuğun hiçbir şey olmamış gibi cesetten yürüyüp uzaklaştığını görünce, James’in tepesi attı. James, saniyeler içinde çocuğun önünü kesmiş, asasını ona doğrultuyordu.

“Yolumdan çekil, Potter!” diye hırladı çocuk.

“Hiç sanmıyorum!” diye tersledi James.

Bu çocukta gerçekten bir şey vardı. Tek eliyle beş yetişkin Seherbaz’ı etkisiz hale getirmiş ve bir insan öldürmüştü; üstelik tek bir sıyrığı bile yoktu. James, kendisini oradan oraya savuran gücün bu çocuktan geldiğine hâlâ inanamıyordu.

“Çekil Potter!”

“Dene de görelim, seni küçük puşt!”

Çocuğun gözlerinde bir şey değişti. Asasını cebine koydu ve James’e doğru bir adım attı. James’in kafası tamamen karışmıştı. ‘Neden asasını cebine koydu?’ diye merak etti.

“Nasıl istersen,” dedi çocuk, sakin bir sesle.

Elinin bir hareketiyle, James’i tekrar vahşice havaya savurdu ve James, sırt üstü, acı verici bir şekilde yere düştü. Sırtındaki acı yüzünden dişlerini sıkıyordu. Acıyı elinden geldiği kadar duymazdan geldi ve doğruldu; çocuğun korunaklı bölgenin sınırına doğru ilerleyişini izledi. Asasını ona doğrulttu. Kaçmasına izin veremezdi.

“Sersemlet!” diye bağırdı James, ama çocuk kolaylıkla büyüyü engelledi.

James tekrar hedef aldı; ama bir şey ona doğru uçarak gelmiş ve koluna vurmuştu. James’in soluğu kesildi ve asası gürültüyle yere düştü. Ön kolundaki korkunç kesikten akan ve eline damlayan kendi kanının görüntüsüne şaşkınlıkla gözünü kırpıştırdı. Bir şey kolunu yarmıştı. Bir şeyin kolunu gerçekten yardığını hissettiğinden, bunu yapan şeyin bir büyü olmadığını anlamıştı.

James çabucak asasını yerden aldı ve çocuğa odaklandı. Ne olduğunu daha sonra öğrenebilirdi; şimdi, Karanlık Prens’i yakalamalıydı. Acı içinde büyüyü hedefine yolladı.

“Sorupto!” diye tısladı ve sarı bir ışık asasından çıkıp çocuğu üst kolundan vurdu.

Çocuğun kolunda, kanın ince bir şerit halinde akmaya başlamasına sebep olan bir kesik belirdi. Çocuk, güçlükle soluyarak acı içinde kolunu tuttu. James, çocuğun cübbesine uzandığını gördü ve çocuğa doğru hızlıca başka bir lanet göndermeye hazırlandı.

James, başka bir lanet gönderemeden, kelimelerin boğazında takıldığını hissetti. Asasını düşürdü ve tüm vücuduna yayılan keskin bir acı, görüşünü bir an için flulaştırırken boynunu tuttu.

Ilık kanın parmaklarının arasından cübbesine aktığını hissetti. Boynunun sol yanı, acı içinde zonkluyordu. Nefes almak için çabaladıkça göğsü sıkışıyordu.

Dizleri üstüne düştü ve iki eliyle kan akışını durdurmak için boynunu kavradı. Öne doğru düştüğünde her şey yavaşlamış gibiydi. Gözlerini açık tutmaya zorladı ve yardım için Sirius’a seslenmeye çalıştı, ama sesi çıkmıyordu.

Tam önünde, yarısı çimene gömülmüş küçük, metal bir nesne vardı. Daha önce hiç görmediği bir şeydi. Küçüktü, dört tane jilet gibi bıçağı vardı ve metalden yapılmıştı. Portatif bir bıçağa benziyordu. Üzeri kanla lekelenmişti. James bunun kendi kanı olduğunu fark etti.

Bu, Karanlık Prens’in kendisine saldırmak için kullandığı şeydi. Kolu ve boynu bu bıçaklarla yarılmıştı. Çocuğun bunları fırlattığını görmemişti bile. Cübbesinin cebine uzandığını görmüştü, ama gerisi bulanıktı.

James uzaktan gelen sesler duyuyordu, ama söylenenleri seçemiyordu. Sesi karanlıkta yutuldu ve sonrası boşluktu.

* * *

6. BÖLÜM 1 Ağustos 2019’da FANTASTİK CANAVARLAR’da!

Çeviren: Dilara Uysal

The post Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #5: Görev appeared first on Fantastik Canavarlar.

Karanlık Prens –İçimdeki Karanlık #6: Bir Katile Övgüler

$
0
0

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

1. BÖLÜM

2. BÖLÜM

3. BÖLÜM

4. BÖLÜM

5. BÖLÜM


Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin altıncı bölümü!

bölüm 6

Bir Katile Övgüler

“Bu hiç adil değil!” diye söylendi Damien. Gryffindor masasında diğer Gryffindor’larla oturmuş kahvaltı yapıyordu; ama bugün her zamankinin dışındaki ruh hali, tüm keyfini kaçırıyordu.

“Biliyorum, berbat bir durum, dostum, ama ne yapabilirsin ki?” diye sordu Ron, tabağındaki yarım düzine krebi ballı şeker pekmezine batırıp gömmeden önce.

“Kaçıracağıma inanamıyorum!” diye devam etti Damien. “Haftalardır Quidditch Dünya Kupası’nı bekliyorum. Babam gelip beni alacağına söz vermişti, şimdi ise ortalıkta görünmemeye karar veriyor! Yani, ortada iptal etmek zorunda kaldığını anlatan bir baykuş bile yok.”

“Hâlâ bunun için mi sızlanıyorsun, Damien? Aslına bakarsan, bu sadece bir oyun. Babanın halletmesi gereken çok daha önemli işleri var, biliyorsun,” dedi Hermione; Ginny ile birlikte Ron ve Damien’ın yanına oturmuşlardı.

“Sadece bir oyun mu?” diye sordu Damien. “Anlaşılan, Quidditch’ten zerre anladığın yok, Hermione. Gerçi şaşırmamak lazım; bu öyle kitaplardan bakıp öğreneceğin bir şey değil.”

Beşinci sınıf Sınıf Başkanı, genç arkadaşının son sözlerini duymazdan geldi. Onun yerine, kendine bir kızarmış ekmek almakla yetindi.

“Mr Potter’ın önemli bir işi çıktığına eminim,” diye teselli etti Ginny, Damien’ı. “Her şey bir yana, böyle büyük bir maçı o da kaçırmak istemezdi.”

‘Kesinlikle haklı,’ diye düşündü Damien.

Babası neden maçı kaçırsındı ki? O her zaman en büyük Quidditch fanlarından biri olmuştu; ayrıca, okul yıllarında Gryffindor takımının en iyi Kovalayıcısı olarak nam salmıştı.

Damien babasını Seherbazlık işlerinden döndüğünden beri yalnızca bir kez görebilmişti. Çok yorgun ve bitik görünüyordu; ama yine de Damien, babasının tüm bunlardan şikâyetçi olmadığını biliyordu. Seherbaz olmayı seviyordu. Damien, zavallı babasının, Dünya Kupası’nı tamamen unutmuş halde uyuyakalmış olabileceğinden şüphelendi.

“Önemli bir işi çıksaydı, baykuşla haber gönderirdi,” diye mırıldandı Damien. “En azından, onu beklememem gerektiğini bilirdim.”

Ron tabağının üzerinden baktı ve arkadaşının kasvetli ifadesini gördü. Damien ondan üç yaş küçüktü, ama çocukluklarından beri arkadaşlardı. Ron ile Damien’ın aileleri, üyesi oldukları Yoldaşlık sayesinde düzenli olarak görüşüyorlardı. Molly ile Lily sık sık birbirlerinin evinde buluşur, çocuklarını da arkadaş olmaları konusunda cesaretlendirirlerdi. Sonuç itibariyle, Ron ile Damien da iyi birer arkadaş olmuşlardı; Ron, genç oğlanla ve onun arkadaşlarıyla vakit geçirmekten gocunmuyordu.

“Neşelen, dostum!” dedi Ron. “Mr Potter’ın gönlünü alacağından eminim. Hem daha görülecek tonla maç var.”

Damien içini çekerek başıyla onayladı. Kahvaltısına geri dönüp tabağındaki kreplerle oynamaya başladı.

“Bugün ne yapıyoruz?” diye sordu Ron, asık suratlı bir şekilde.

“Önce Hagrid’i görmeye gidip ardından da Quidditch antrenmanı yapalım mı?” diye önerdi.

“Evet, olur,” diye cevapladı Damien, yüzünde küçük bir gülümsemeyle. “Madem maçı izleyemiyorum, bari oynayayım.”

“Sen ne dersin, Ginny, oynamak ister misin?” diye sordu Ron, kardeşine.

Ginny, Hermione’yle fısıldaşmasını bölüp ona baktı.

“Ne? Aa, şey… hayır… hayır, sağ ol. Kütüphaneye gitmem gerek,” diye cevapladı; yanakları al al olduğu için yüzü hafif pembeye dönmüştü.

Damien ve Ron, iç çekip gözlerini devirmeden önce birbirlerine bir bakış attılar.

“Ginny, vazgeç artık şu işten! Onu bulamayacaksın,” diye çıkıştı Ron.

“Neyse ne, Ronald! Sen kendi işine bak,” diye onu tersledi Ginny.

Ron iç çekti. Son iki aydır saçma kız tripleriyle dalga geçip eğleniyordu, ama artık onun için üzülmeye başlamıştı.

“Onu hiçbir zaman bulamayacaksın,” diye fikrini belirtti Ron, karşılığında sert bir bakış atarak. “Daha önce hiç Hogwarts’ta bulunup bulunmadığını bile bilmiyorsun.”

“Ona hayatımı borçluyum, Ron,” diye karşılık verdi Ginny. “Yalnızca onu bulup teşekkür etmek istiyorum.”

Ron buna ne diyeceğini bilmiyordu.

Ginny, Hermione’ye döndü. Ron’un onunla alay etmesinden nefret ediyordu, ama özellikle bu konuda onunla eğlenmesinden daha da nefret ediyordu. ‘Anlamıyor!’ diyordu kendine her seferinde. ‘Orada değildi.’

Ron, bundan iki ay kadar önce, son Hogsmeade gezisini kaçırmıştı. Kafasına bir Bludger yediği için hastane kanadında yatar vaziyetteydi. Ginny ise, Hogwarts’ın geri kalanıyla Hogsmeade’e gitmişti. O günü çok net bir şekilde hatırlıyordu. Gün oldukça harika başlamıştı; Hermione ve birkaç arkadaşı ile küçük bir kafede mola vermeden önce sevdiği tüm dükkânlara uğrayıp alışveriş yapmıştı. Annesi, babası ve ağabeyleri ile öğle yemeği için orada buluşmayı kararlaştırmışlardı. Birlikte gülüşüyor, Charlie’nin gözetimindeki son ejderhayla ilgili hikâyelerle eğleniyorlardı ki, dışarıda korkunç bir patlama olmuştu; şiddeti o kadar güçlüydü ki, bulundukları kafe sarsılmıştı.

Bill ve Charlie, panik ve dehşet içinde, Ginny’yi kaptıkları gibi onun etrafını koruyucu bir halka gibi sarmışlardı. Bill, Charlie, Arthur ve Molly yanında onu korumaya çalışıyorlardı.

“Burada kal, Ginny!” demişti Bill.

“Yanımızda kal!” Charlie, Hermione’yi Ginny’nin yanına getirmiş, iki kızın da önüne dikilmişti.

Hogsmeade’in Ölüm Yiyen saldırısı altında olduğunu öğrendikleri anda tam bir curcuna kopmuştu. Çok sayıda Ölüm Yiyen kapıyı kırmış, içerideki insanlara saldırmaya başlamışlardı. Molly onları en iyi şekilde korumaya uğraşırken Ginny ve Hermione korkudan çığlık çığlığa eğilmiş, kendilerini korumaya çalışıyorlardı.

“Molly, kızları buradan çıkar!” diye bağırmıştı Arthur, maskeli bir adamla düello ederken.

Kafedeki tüm yetişkinler –Bill, Charlie ve Arthur da dâhil– onları Ölüm Yiyen’lerden korumak için ellerinden geleni yapıyorlardı.

Molly, Ginny ile Hermione’nin ellerinden tuttuğu gibi arka kapıya koşmuştu. Kafedeki çoğu insan, o çıkışa ulaşmaya çabalıyordu. Molly, Hermione ve Ginny kalabalığın içinde yarışmış ve dar bir sokak arasına açılan kapıdan çıkmayı başarmışlardı. Okulun güvenli alanına ulaşmak için Hogwarts’a doğru koşuyorlardı.

Derken, üç maskeli adam bir anda yollarını kesmişti. Molly Ginny ve Hermione’yi uzaklaştırmış, asasını çekmişti.

“Koşun!” diye bağırmıştı kızına.

Ginny, bir yandan annesi için endişelenirken, bir yandan da yanında Hermione’yle gönülsüz de olsa dönüp koşmaya başlamıştı. İki kız ele ele koşmuş, deli gibi güvenli bir yol aramaya koyulmuşlardı.

Bir büyü, Ginny’nin kafasını az bir farkla ıskalamıştı. Koşarken arkasına bakınca iki Ölüm Yiyen’in onları takip ettiğini fark etmişti. Hermione onu başka bir yöne çekmiş; eski terk edilmiş görünen bir binaya doğru hızla koşmaya başlamışlardı. İkisi de, binanın neredeyse yıkılmış görünen kapısına varıp saklanacak bir gölge bulma umuduyla merdivenlerden koşarak çıkıyorlardı. Ginny arkasında büyük bir patlamanın sesini duymuş, Ölüm Yiyen’lerin arkalarından binaya girdiklerini anlamıştı.

Doğru düzgün düşünecek vakit olmadığından, ikisi de dehşet içinde, yalnızca Ölüm Yiyen’lerden alabildiğine uzaklaşmak için binanın tepesine koşmuşlardı.

Çatıya vardıklarında, saklanacak bir yer olmadığını görmüşlerdi. Kapana kısılmışlardı. Kapı kırılırcasına açılıp iki Ölüm Yiyen de çatıya yürürken Ginny dönüp arkasına bakmıştı. Adamlar, pis pis bakıp gülerek onu ve Hermione’yi arkadan kıstırıp yakalamışlardı. Ginny, ağabeyi Charlie’nin onları kurtarmaya geldiğini görür görmez, yardım için bas bas bağırmaya başlamıştı.

Ginny ile Hermione’nin asaları yanlarında olmadığı için, Charlie her iki adamla da tek başına düello ediyordu. Hogwarts kuralları gereği, Hogsmeade ziyaretlerinde asalarını yanlarına alamıyorlardı. Geçmişte birçok öğrenci asalarını kötü niyetle kullandığı için, Hogwarts öğrencilerinin artık Hogsmeade gezilerinde asa taşımaları yasaklanmıştı.

Ginny de Hermione de, havada uçuşan lanetlerden kaçınmak için alabildiğine geriye çekilmişlerdi. Ginny, olanları izlemekle ve ağabeyi için endişelenmekle o kadar meşguldü ki, Cruciatus lanetinin duvara çarptığını fark etmemiş ve geriye savrulmuştu.

“Ginny! Kalk!”

Hermione’nin çığlığı ve yandan görünüşü, Ginny’nin hızla gelmekte olan kırmızı ışıktan kaçınmasını ve lanetten kıl payı kurtulmasını sağlamıştı. Ancak, ne yazık ki, çatının kenarına tehlikeli bir şekilde yakınlaşmış ve aşağı yuvarlanıvermişti.

Büyük bir şansla, çatının kenarında asılı duran tele tutunmayı başarmıştı. Can havliyle tutunsa da, ince tel onun ağırlığını kaldıracak kadar güçlü değildi. Charlie’ye, Hermione’ye, hepsine yardım etmeleri için bağırmıştı, ama kimse onun yardımına gelemiyordu. Derken,  Ginny’nin hayatının asılı olduğu tel bir anda kopuvermişti.

Ginny, büyük bir hızla aşağı düşmeye başlamıştı. Korkunç çığlığı, Hermione ile Charlie’nin haykırmalarıyla buluşmuştu. Ginny, hızla ölüme doğru giderken zemini görmek istemediği için gözlerini kapatmıştı. Ancak, zemine varmadan önce, aniden güçlü bir çift kol tarafından yakalanmıştı. Başını sert bir göğse çarpmış, kollarını ise istemsizce kişinin kollarına sarmış, sıkıca tutunmuştu. Rüzgârın yüzünü yaladığını hissetmiş ve uçmakta olduklarını anlamıştı.

Hayatını kurtaran kişiye bakmak için kahverengi gözlerini açmaya zorlamıştı. Zümrüt yeşili gözler onunkilerle buluşmuş ve o gözlerin bir anda içine işlediğini hissetmişti. Gözlerinde biriken yaşların boşalması için gözlerini kırpıştırmıştı; bu yaşların, havadan mı yoksa az önce ölmek üzere olduğu gerçeğinden mi kaynaklı olduğunu bilmiyordu. Gizemli kurtarıcısının yüzü gümüş bir maskeyle kaplıydı ve gözleri dışında hiçbir yeri görünmüyordu. Süpürgede uçtuklarını fark etmişti ve harikulade bir hızla uçuyorlardı. Konuşmak için ağzını açamıyordu. Yüzüne rüzgâr çok şiddetli çarpıyordu. Yüzünü rüzgârın tersi yönüne çevirmiş, kurtarıcısının göğsüne gömmüştü. Bulunduğu kötü vaziyete rağmen, beline sarılı güçlü bir kol ve onunkine yaslanmış vücudun sıcaklığı sayesinde tuhaf bir şekilde kendini rahat hissediyordu.

Ginny, anca, ayaklarının sağlam zemine vurduğunu hissettiğinde ve kibarca süpürgeden indirildiğinde kendine gelebilmişti. Ne kadar çabalasa da, bacakları ağırlığını taşımıyordu. Zemine oturmuş, kesik kesik nefes alır halde çılgınca atan kalbini yavaşlatmaya çalışmıştı.

Başını kaldırdığında, Hogwarts giriş kapılarının hemen dışında oturduğunu fark etmişti. Uzakta, apar topar ona doğru gelmekte olan birkaç öğretmeni görebilmişti.

“İyi misin?”

Ginny, sese doğru bakmış, gizemli kurtarıcısının onunla konuştuğunu fark etmişti. Onda yarattığı şoktan kurtulamamıştı. Sesi kulağa çok genç geliyordu. Ondan birkaç yaş büyük olduğunu düşündü. Hayatını kurtarmıştı ve profesyonel bir Quidditch oyuncusu gibi uçuyordu. Sesi kibardı, ama bariz bir şekilde de güçlüydü. Daha cevap verememişti ki; çocuk başını kaldırmış, onlara doğru koşan Hogwarts öğretmenlerini görmüştü. Başka bir şey söylemeden süpürgesine atlayıp havalanmıştı.

“Bekle!” diye haykırmıştı Ginny, ama artık çok geçti.

Parlak zümrüt yeşili gözleri olan çocuk gitmişti. Profesör McGonagall ve Profesör June geldiğinde ve Ginny’ye şatoya kadar eşlik ettiklerinde bile, Ginny hâlâ kendine gelememişti.

O zamandan beri, Ginny kurtarıcısına saplantılı şekilde düşmüştü. Hermione’yle ve onu dinleyen kişilerle saatlerce onun hakkında konuşuyor; ne kadar güzel gözleri olduğundan, güçlü kollarından, sesinin yumuşaklığından bahsediyordu. Hermione, onun için çok üzülüyordu. Ginny’nin bu esrarengiz çocuğa kafayı takmış olmasını anlayabiliyordu; hem neden takmasındı ki? Her şey bir yana, çocuk onun hayatını kurtarmıştı. O yüzden, Ginny’ye, bu yeşil gözlü harika çocuğun kim olduğunu bulması için her türlü yardımı yapmaya karar vermişti.

Ginny, çocuğun ses tonundan ondan yalnızca bir iki yaş büyük olduğunu çıkarmıştı; o yüzden, çocuğun, öyle ya da böyle, Hogwarts’ta okuyor olması gerektiğini düşünüyordu. Ginny, o yeşil gözleri daha önce gördüğü hissini içinden atamıyordu. Belki de, daha önce Hogwarts koridorlarında gördüğü büyük sınıflardan biriydi ya da Bill ve Charlie ile aynı dönemde okula gitmiş biriydi ve daha önce Kovuk’a gelmiş olabilirdi.

Fırsat bulduğu her an, kütüphanedeki eski yıllıklarda onun o parlak zümrüt yeşili gözlerini aramakla o kadar çok zaman geçirmişti ki, artık yavaş yavaş umudunu kaybetmeye başlıyordu. Hermione, Ginny’nin çocuğun yüzünü hiç görmediği gerçeğine dikkat çekmeye çalışıyordu; hiç görmediği bir yüzü bir fotoğraftan tanıması pek mümkün değildi. Ancak, Ginny buna katılmıyordu; o gözleri gördüğü anda tanıyacağı konusunda ısrarcıydı.

“Hermione,” diye başladı Ginny, o anda kardeşini görmezden gelerek. “Benimle kütüphaneye geliyor musun?”

“Tabii ki,” dedi Hermione, ona gülümseyerek. “İstiyorsan aramaya devam edebiliriz.”

“Gin, o kapalı yüzün çirkin olma ihtimalini hiç düşündün mü?” diye sordu Ron, yüzünde pis bir sırıtışla.

Ginny ona bakmak için yerinde döndü.

“Ne?”

“Belki de, o maskeyi takmasının sebebi budur,” diye açıkladı Ron, Ginny’nin kızgın suratına sırıtarak.

Ginny, elini çantasına atıp asasını çıkardı. Ron iki elini de kaldırmış, gülerek ellerini sallıyor, öyle demek istemediğini anlatmaya çalışıyordu.

“Yemin ederim, Ronald! Bunu bir daha söylersen, seni bir ömür boyu lanetlerim,” diye uyardı onu Ginny.

Onu fena halde sinirlendirmesiyle eğlenen Ron kıkırdamakla yetindi.

“Hadi, Ginny,” dedi Hermione, ters ters bakan kızı ayağa kaldırarak.

İki kız salonu terk etmeden önce, şişmiş gözleri ve kaygılı bakışlarıyla Lily Potter telaşla salona girdi; gözleri deli gibi Gryffindor masasını tarıyordu. Damien’ı görünce hızla ona doğru ilerledi; o anda salonu terk etmek üzere olan kızlarla az daha çarpışıyordu.

“Ah, pardon, kızlar… pardon!” diye mırıldandı, Damien’a dönmeden önce.

“Damien, benimle gel! Çabuk!” dedi, ona kuşkuyla bakan diğer tüm Gryffindor’ları görmezden gelerek.

“Sana da günaydın, anne,” dedi Damien, arsızca sırıtarak. Annesinin yüzündeki endişeyi ve yaşlarla dolu yanaklarını görünce, gülüşü yüzünde dondu kaldı. “Anne, ne oluyor?” diye sordu, oturduğu yerden fırlayarak.

“Profesör Potter, her şey yolunda mı?” diye sordu Ron.

Lily ya onu duymadı ya da duymazdan geldi.

“Damien, benimle gel, hemen! Gitmemiz gerek!” diye cevapladı, hemen onunla gelmesini emreden bir ifadeyle.

Damien yerinden fırladı ve arkadaşlarının yüzlerindeki endişeli bakışlara bakmadan ve hiçbir şey söylemeden annesinin ardından salonu terk etti.

Anne ve oğul, Büyük Salon’dan çıkar çıkmaz, Lily küçük renkli bir top çıkardı.

“Portus” diye fısıldadı. “Damy, topa dokun, beş saniye içinde gidiyoruz.”

Damien söyleneni yaptı ve bir anda dengesini kaybetti. Etrafına bakmadan önce kendini doğrultmayı başardı; şimdi ise, kalbi mide boşluğuna düşmüş gibiydi. St Mungo Hastanesi’ndeydiler.

* * *

“Anne, neler oluyor? Neden St Mungo’dayız?” diye sordu Damien, panik olmamaya çalışarak; ama annesinin endişeli gözleri ve titreyen elleri Damien’ı fazlasıyla geriyordu.

“Benimle gel,” diye fısıldadı ona; elinden tuttuğu gibi koridorun diğer tarafında bulunan asansörlere doğru yönelerek. Asansöre bindiklerinde Damien annesine neler olduğunu tekrar sordu. “Baban,” dedi Lily, sessizce. “Dün gece yaralandı.”

Damien, kalbinin göğsünde birkaç takla attığını hissetti. Babası daha önce de yaralanmıştı; Seherbaz olmanın böyle bir tehlikesi hep vardı, ama annesinin bu kadar korktuğunu ilk kez görüyordu. Bu da ona en kötüsünü düşündürüyordu.

“Ona ne oldu?” diye sordu; içindeki korkuyu dindirmek istiyordu.

“Görev esnasında düelloda yaralanmış.” Lily ses tonunu olabildiğince sakin tutmaya çalışıyordu, ama endişesini tam anlamıyla gizlemeyi başaramıyordu.

“Ne görevi?” diye sordu Damien, annesinin soruyla neyi kastettiğini anlayacağını biliyordu: Seherbazlık mı Yoldaşlık mı?

“Birincisi,” dedi Lily; güvenli duvarların dışında, Zümrüdüanka Yoldaşlığı’ndan asla bahsetmezdi. Oğlu, Yoldaşlığın, her zaman, James’in ikinci işi olarak ifade edildiğini bilirdi.

Asansörün kapıları açıldı; Lily ve Damien son sürat asansörden fırlayıp beş numaralı odaya doğru yöneldiler. Çok yorgun ve canı sıkkın görünen Sirius’u, James’in yanında görmek onları şaşırtmadı. Damien, babasını yatağında oturur halde Sirius’la konuşurken görünce derin bir oh çekti. Solgun görünüyordu, çok kan kaybetmiş gibi bir hâli vardı. Boynu ve ön kolu bandajlarla sarılıydı. Ama bitkin görünmesinin dışında oldukça iyi görünüyordu.

James’in başı yeni gelenlere döndü ve yüzünde zoraki bir gülümseme belirdi. Sirius ise, cehenneme gitmiş de dönmüş gibi görünüyordu, ama Lily ve Damien’ı görünce o da yakışıklı yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirmeyi başardı.

“Hadi, gelsenize içeri,” diye seslendi James; Lily hızla içeri girerken, tutması için elini Lily’ye uzattı. Damien, titremesini durdurmak için hala kapının eşiğinde yaslanmış duruyordu. Babasıyla Sirius’un perişan hallerini görmek yüreğini incitmişti.

“Pişt, delikanlı, hadi gel,” diye işaret etti Sirius, her zamanki sırıtışlarından birini takınarak. Damien yavaş yavaş yürüdü ve babasının yanına oturdu.

“Neşelenin, hadi! İyiyim ben,” diyerek kıkırdadı James.

“İyi mi? Sen buna iyi mi diyorsun? Tanrım, James! Öldürülebilirdin…!” Lily, bir anda Damien’ın yanlarında olduğunu fark edip durdu. Özür dileyen bakışlarla ona bakıyordu. “Damy, özür dilerim. Seni okuldan bu şekilde getirmemeliydim. Babanın başına gelenleri öğrenince düşüncesizce hareket ettim.”

Damien annesine baktı.

“Sorun değil, anne. Beni getirmenden memnunum. Sadece babama bağırma, baya sıkıntı çekmişe benziyor.”

“Oh, sağ ol, oğlum, bunu unutmayacağım!” diye gülümsedi James, kırılmış gibi görünmeye çalışarak. Damien da babasına gülümsedi.

“Ee, siz ikiniz neler olduğunu bize anlatacak mısınız?” diye sordu Damien, ne cevap alacağını tahmin ettiği halde.

“Olmaz, delikanlı, çok gizli. Anlayacağına eminiz,” diye cevapladı Sirius; Damien ne zaman Yoldaşlık’la ilgili soru sorsa aynı memnuniyetsiz, sıkıcı tonla cevap verirdi.

Damien babasına baktı.

“Baba?”

James oğluna tekrar gülümsedi.

“İnan bana, Damy, çok sıkıcı işler; farklı hiçbir şey yok.”

Damien bozulmuş bir hâlde kollarını göğsünde kavuşturup oturdu. Üç yetişkin, çoğunlukla Bakanlık’tan ve James ile Sirius’un kaç gün hastalık iznine çıkacaklarından konuşmaya koyuldu. Damien gerçekten sıkılmaya başlıyordu. Birkaç dakika sonra, Lily Damien’a beşinci kattaki yemek katına çıkmasını ve bir şeyler almasını söyledi. Damien memnuniyetle kalkıp çıktı.

Odadan çıkar çıkmaz, Lily odaya Sessizlik büyüsü yaptı ve James ile Sirius’a döndü.

“Hadi, dökülün. Dün gece ne oldu?”

İki adamın da yüzünü utanç kapladı.

“Pekâlâ, sanırım olanları açıklamanın başka yolu yok ama… ee… düşmanı biraz fazla hafife aldık,” diye cevapladı Sirius, utanç içinde bakarken.

“’Hafife almak’la neyi kastediyorsun? Ölüm Yiyen’lerin sayısı mı fazlaydı? Kaç kişiydiler?” diye sordu Lily, beş Seherbaz’ın on beş ya da daha fazla Ölüm Yiyen’in bulunduğu bir orduyla karşı karşıya kaldığını hayal ederek. Bu yaraların sebebi ancak böyle açıklanabilirdi.

“Bir kişiydi,” diye cevapladı James, gözlerini Lily’den kaçırarak.

“Bir mi?” diye sordu Lily.

“Evet, bir,” diye tekrarladı James ile Sirius hep bir ağızdan.

“Anlamıyorum. Bir tane Ölüm Yiyen nasıl oldu da, beş tane Seherbaz’ın hakkından gelip iki tanesini de hastanelik etti?” diye sordu.

“Dört,” dedi şaşırtıcı şekilde Sirius’dan çıkan ince bir ses.

“Pardon?” diye sordu Lily, bir Ölüm Yiyen’e karşı Yoldaşlık üyelerinin aldığı hasardan utanarak.

“Ben ve James ile birlikte, Liam ve Kingsley de buradaydı,” diye cevap verdi Sirius.

“Kingsley mi?” diye sordu Lily, kaşlarını kaldırarak. “Kingsley Shacklebolt da mı? Üç tane Ölüm Yiyen’in aynı anda hakkından gelemediği, 1,90’a yakın boyu olan Seherbaz Kingsley mi?” diye sordu Lily, inanamayarak.

İki adam da başıyla onayladı.

“Ne haltlar döndü?” diye sordu Lily.

“Kahrolası bir çocuktu!” diye patladı Sirius; başarısızlığı kaldıramıyordu.

“Çocuk mu? Ne çocuğu?” diye sordu Lily, kaşlarını çatarak.

“Voldemort’un çocuğu,” diye cevapladı James, usulca.

Lily durdu; vücudu James’in sözleri üzerine kaskatı kesilmişti. Sessizce, yüzünü kocasına döndü.

“Ne?” diye sordu, fısıltıdan biraz daha yüksek bir sesle.

“Voldemort’un bir oğlu var,” diye tekrarladı James.

Lily hiçbir şey söylemedi, ama yüzünden yaşadığı şok okunuyordu.

“En azından, diğer Ölüm Yiyen ona öyle seslendi,” diye ekledi Sirius.

Lily yüzünü ona döndü.

“Ama yalnızca bir tane Ölüm Yiyen vardı, dememiş miydiniz?” diye sordu, kafası karışarak.

“İki taneydi, yani ilk başta,” diye açıklamaya koyuldu Sirius. “Depoya vardığımızda, köşede saklanan bir tane Ölüm Yiyen gördük. Birden, nereden geldiği belli olmayan bu çocuk çıktı ortaya ve Ölüm Yiyen’i neredeyse altına yapacak kadar korkuttu.” Sirius yüzünü buruşturdu, burnunu kırıştırarak nefretle somurttu. “Pis ödlek!” diye homurdandı, Ölüm Yiyen’i kastederek. “Dizlerine kapanıp hayatı için yalvardı. Çocuğa saldırmaya bir kez bile yeltenmedi.”

“Çocuk?” diye tekrarladı Lily; yeşil gözleri şüpheyle açılmıştı. “Bir dakika, hepiniz bir çocuk yüzünden mi buradasınız?”

“Tuhaf geldiğini biliyorum,” diye başladı James, “ama bu çok farklı bir hikâye. Çocuk gibi görünüyordu, çocuksu bir sesi vardı, ama Lily, çocuk değildi.”

“O ne demek?” diye sordu Lily; midesinin korkudan düğümlendiğini hissetti.

“O… fevkaladeydi,” dedi James; onu tanımlayacak başka bir kelime bulamamıştı. Başını sallayarak hemfikir olduğunu istemeden de olsa gösteren Sirius’a baktı. James devam etti: “Düello yaparken çok hızlıydı. O bazen flu görünüyordu. Asasız büyü yapabiliyordu, bir de şu kalkanı… Merlin! Lily, daha önce hiç öyle bir şey görmemiştim. Asasının küçük bir hareketiyle kalkanı yapabiliyor ve baştan ayağa onu korumasını sağlıyordu!” James kafasını salladı. “Savaşırken onun çocuk olduğunu gösteren hiçbir ibare yoktu.”

“Ayrıca, yalnızca büyücü düellosu değildi; Muggle tarzı yumruklarıyla bizi pert etti,” diye ekledi Sirius. “Gerçekten, Lily, en acayip olanı buydu. Lord Voldemort’un Muggle tarzı dövüşen oğlu.”

“Beş yetişkin Seherbaz’la yüz yüze gelmek zerre gözünü korkutmadı. Bizimle resmen yerleri süpürdü,” dedi James; solgun yanakları hafiften kızarmıştı.

Lily, ağzı açık dinliyordu.

“Ölüm Yiyen neden ondan korkuyordu, peki?” diye sordu; o kısmı anlamamıştı.

“Çocuğun onu öldürmeye geldiğini biliyordu. Onu gördüğü anda anlamıştı,” diye cevapladı James.

“Yaptı mı?” diye sordu Lily. “Onu öldürdü mü yani?”

“Onu benim gözümün önünde öldürdü,” diye cevapladı James. “Çok güçlüydü, Lily, yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Beni asasız havaya uçurdu ve Hunt’ın işini bitirirken çok soğuktu! Onu öldürdü, tasasızca, en ufak bir vicdan azabı bile duymadan!”

“Niye şaşırıyorsun ki?” diye sordu Sirius. “Vicdan azabının ne olduğunu bilmesi mümkün değil. O, şeytanın dölü!”

James hiçbir şey söylemedi, ama Sirius’un sözleri üzerine kalbi teklemişti. İfadesi sıkıntılı görünüyor olmalıydı, çünkü Lily onun elini tutması gerektiğini hissetti.

“Ne oldu?” diye sordu Lily.

“Bilmiyorum,” diye dürüstçe cevapladı James. “Ondaki bir şey… beni huzursuz hissettiriyor.”

“Huzursuz mu? Nasıl yani?” diye sordu Lily.

James kısa bir süre Lily’ye, sonra da Sirius’a baktı; aklındakini söylemesi gerektiğinden emin değildi.

“Çok saçma,” dedi sonunda. “Çocukla ilgili her şey çok saçma. Ona Ölüm Yiyen olduğunu söylediğimde çok sinirlendi. Aynen şu cümleleri kurdu: ‘Ben pis bir Ölüm Yiyen değilim!’ Saçma, değil mi?” Lily de Sirius da bir şey söylemedi. James devam etti: “Dövüşürken hiç Affedilmez lanet kullanmadı; sadece standart büyüler. Ve Hunt dışında kimseyi de öldürmedi. Bu da, çok saçma. Voldemort’u biliyoruz. Saldırılarının arkasında yüzlerce ölü ve yaralı bırakır. Ölüm Yiyen’ler ellerine geçen her fırsatta öldürür ya da işkence ederler. Ama bu çocuk, sadece bizi alt edip Hunt’ı aldı. Başka hiçbir felakete yol açmadı.”

“Açabilirdi!” diye araya girdi Sirius, James’e doğru başını eğerek. “Attığı o bıçak… jilet… yıldızlı şey, her neyse, derin kesmediği için şanslıydın, yoksa…” Sirius, sözünü bitiremedi. Arkadaşının kan revan içinde yattığı görüntüyü kafasından atmak için kafasını çevirdi.

“Beni öldürmeye çalıştığını biliyorum, ama aslında öldürmek istediğini sanmıyorum,” dedi James, Sirius’a. “Bana yolundan çekilmemi söyledi. Sadece ben ona saldırdığım için karşılık verdi. Yani, ben de onu fena yaraladım…”

“Sen ne diye ona bahaneler uyduruyorsun!” diye bağırdı Lily. “Seni öldürmeye çalıştı ve sen sanki biri ona bunu zorla yaptırmış gibi konuşuyorsun!”

James çenesini kapatıp başını önüne eğdi. Neden bahaneler uyduruyordu? Çocuğun gözlerindeki hiddeti açıkça görmüştü. Çocuğun ona öldürme kastıyla saldırdığını biliyordu, ama içinde bir şey buna inanmak istemiyordu. Sonra, çocuğun ona bir yerden tanıdık geldiği gerçeği vardı. James bunun nasıl mümkün olabileceğini bilmiyordu, fakat onu bir yerlerden tanıdığını da hissetmişti. Sesi, tüm vücudunun ürpermesine yol açmıştı. Kabul etmek istememişti, ama çocuğun sesi, ona, Damien’ı anımsatmıştı.

“Bir çocuğun böylesi bir şeytan olabileceğine inanmak istemiyorum, galiba,” dedi James onlara.

Lily, kocasını teselli etti; Sirius ise, derin düşünceler içinde yere bakıyordu. James’in ne demek istediğini anlamıştı. Savaş alanında böylesi genç bir çocuğu görmek ve başka birini acımasızca öldürdüğüne şahit olmak yalnızca rahatsız edici değil, aynı zamanda yürek de burkan bir şeydi.

Tam da o anda, Damien kollarında bir sürü yiyecek ve içecekle odada yeniden göründü. Annesinin yanına gitti ve kollarıyla, bitik ve yorgun görünen babasını sardı. Amcası Sirius da, üzgün görünüyordu.

“Her şey yolunda mı?” diye sordu, elindeki şekerlemeleri babasının yatağına yığarken.

“Hmm, getirdiğin çikolatalı kurbağa ve şekerlemeler sayesinde her şey yolunda!” dedi babası, en sevdiği şekerlemelerden birini alıp kocaman gözlerle Damien’a baktı ve gülüştüler.

Kocaman insanlar sevdikleri şekerlere yumulurken Damien of çekti. Kendine bir çikolatalı kurbağa aldı ve ambalajını çıkardı. Kurbağa zıplayıp babasının yatağına kondu. Damien, beş yaşındaki bir çocuk gibi davranan babasını izledi; bir eliyle kurbağayı dürterken diğer eliyle onu havada yakalamaya çalışıyor, bir yandan da imkânsız bir şeyi başarmış gibi abartı hareketler yapıyordu.

Açıkçası, babasının büyüyeceğini hiç sanmıyordu.

* * *

7. BÖLÜM 5 Ağustos 2019’da FANTASTİK CANAVARLAR’da!

Çeviren: Tuba Toraman

The post Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #6: Bir Katile Övgüler appeared first on Fantastik Canavarlar.

Severus Snape Hakkında Bilmiyor Olabileceğiniz 6 Gerçek

$
0
0

Severus Snape

Pottermore’dan Severus Snape hakkındaki yeni bir yazıyla karşınızdayız. Kabul etmek gerekir ki şu bizim somurtkan İksir hocamız sır küpü gibi bir adamdı. İşte sizlere Snape’in karakteriyle ilgili bilmiyor olabileceğiniz 6 leziz bilgi!

Oyunbozan Severus Snape, aslında kimin tarafında olduğuyla ilgili bizi son ana, yani Harry ve Potter ve Ölüm Yadigarları’nın can alıcı final kısımlarına kadar şüphede bırakmıştı hatırlarsanız. Snape’in dolambaçlı ve karmaşık hikayesini şimdilerde anlamlandırıyor olabilsek bile biz yine de onunla ilgili duymamış olabileceğin birkaç ekstra bilgiden bahsetmek istedik. Ve hayır, maalesef ki bu bilgilerden hiçbirinin onun mütemadiyen yağlı görünen saçlarının sırrını vermeyecek.

1. Alan Rickman Snape’in Sırlarını Bizden Önce Biliyordu

Bir takipçisinin Twitter’da sorduğu “Snape hakkında Alan Rickman’a çıtlattıklarınız konusunda bize bir şeyler söyleyecek misiniz, yoksa bu daima bir sır olarak mı kalacak?” sorusuna Rowling, “Alan’a ‘Always’ın altında hangi mananın yattığını söylemiştim,” şeklinde yanıt vermişti.

GÖZ ATIN  Rickman, Rowling'in Snape Hakkındaki "Küçük Sırrını" Çok Uzun Zamandır Biliyordu!

Yani sekiz Harry Potter filminde de Snape’i canlandıran müthiş aktör Rickman, Snape’in kaderinin ne olacağı konusunda bizden çok daha önce kendine sakladığı mühim bilgilere sahipti. 2011’deki bir röportajda Rickman, Snape’in ikili oynayan karakterini daha başarılı yansıtabilmesi için Rowling’in ona gelecekte olacaklara dair bir detay verdiğini açıklamıştı. Yıllar sonra Rowling de Rickman’a çıtlattığı o detayın ne olduğunu söyledi: Snape’in Dumbledore’a ‘always’ deyişinin altında yatan sırmış meğer. Mendil isteyen?

Bu madde hakkında daha detaylı bilgi için buraya tıklayabilirsiniz.

2. İsminin Etimolojisi Karakterine Tam Uyuyor

Harry Potter’daki çoğu karakterin kendi kişilikleriyle uyuşan isimleri var ve Snape’in ismi de kesinlikle ona çok yakışıyor. ‘Severus’ ismi, belki tahmin edebileceğiniz gibi kabaca Latince’deki ‘sert’ ve ‘haşin’ anlamındaki kelimelerle aynı manada. ‘Snape’in manası ise ‘küçük düşürülmek’, eğer eski Norveç sözlüğüne bakarsan bu anlama gelen ‘sneypa’ kelimesini orada göreceksin.

J.K.Rowling ise Snape’in isminde bir İngiliz köyü olan Suffolk’tan esinlendiğini söylemişti.

GÖZ ATIN  Adların Yolculuğu: Harry Potter Karakterlerinin İsimlerinin Büyüleyici Etimolojisi

3. Snape’in Bir Vampir Olduğu Yönündeki Hayran teorisi? Bu Doğru Değil…

Kitapları okurken karşılaşılan birkaç işaretten ötürü Snape’le bir yarasa arasında benzerlikler bulmamak elde değil. Profesör Quirrell’ın Felsefe Taşı’nda onu “ihtiyar yarasa” diye anması olsun yahut görünüşünün cidden bir yarasaya benzeyişi veya bir araca ihtiyaç duymadan uçabilmesi, bunların hepsi okurları şüphelendiren şeyler. Tüm bunlar hayranları Snape’in bir yarasaya benzeyişinin sebebine götürdü: Onun aslında bir vampir olduğu teorisi. Mantıklı bir yaklaşım denebilir. Her şeyden önce vampirler büyücülük dünyasında mevcutlar, Harry Potter ve Melez Prens’te adı Sanguini olan bir tanesine rastlamıştık.

Ancak J.K. Rowling, dış görünüşünün aksine Snape’in bir gece yaratığı olmadığını açıkladı.

“Uzun zamandır Snape’in bir vampir olabileceğine dair ısrarla savunulan bir hayran dedikodusu var,” yazmıştı Rowling. “Sağlıksız bir çehresi olduğu doğru ve bazen de onu uzun siyah pelerininin içinde dev bir yarasaya benzer halde tasvir ettim ama Snape hiçbir zaman yarasaya dönüşen biri olmadı. Onunla şatonun dışında, günışığında da rast geldik ve Hogwarts’ta boynunda bir delik olan hiçbir cesetle de karşılaşılmadı.”

Yani Snape bir kan emici değildi- öğrencilerinin öz güvenlerini emmekten zevk alışı başka bir şey, tabii.

GÖZ ATIN  Çılgın Teori: Draco Malfoy Bir Kurtadam mı?

4. Harry, Eaha Evvel Snape’in Ailesinin Memleketinde Bir Gece Geçirmişti

Snape’in Harry’nin hayatında kocaman bir yeri var, onun pisliğin teki olduğunu düşündüğü gençlik günlerinden onun hakkındaki asıl gerçeği fark ettiği yetişkinlik çağlarına dek, öyle ki onun onuruna oğluna “Albus Severus” ismini verecek kadar.

Harry, onunla tanışmadan da önce, Snape’in çocukluğunu geçirdiği Cokeworth’te bir gece geçirdiğini sonradan fark etti. Burası Dursley’lerin Harry’ye gelip duran Hogwarts mektuplarının akınından kaçmak için gittikleri yerdi- ama aynı zamanda da Petunia’nın kız kardeşi Lily ile birlikte çocukluğunu geçirdi yerdi de. Başka kiminle birlikte büyümüşlerdi peki? Severus Snape, elbette. Petunia Teyze “o kötü çocuk” diye Lily’le çocukluklarından kalma birinden bahsettiğinde, bu şahsın Lily’nin gelecekteki kocası James değil de Snape olduğunu fark etmemiz biraz zaman almıştı.

Cokeworth’ü Severus’un Bellatrix ve Narcissa ile Bozulmaz Yemin’i ettiği sahnede, yani Melez Prens kitabında bir kez daha ziyaret etmiştik.

GÖZ ATIN  Severus Snape Hakkında Bilmiyor Olabileceğiniz 6 Gerçek
”]

5. Snape, Voldemort’un Ölüm Fermanı Olan Büyüyü Bilinçsizce de Olsa Harry’ye Öğreten Kişiydi

Gerçekten de Snape, Harry’nin hayatında derin izler bıraktı. Voldemort gibi şimşek biçiminde bir yara izi bırakmak şeklinde değil tabii, bizim yıllar sonra fark ettiğimiz üzere sayısız ince zekalılıklar şeklinde.

Bunlardan en öne çıkanı da Harry’yi en çok kullandığı büyü olan Expelliarmus’la tanıştırmasıydı (bilerek yapmamış olsa bile)- ki bu büyü Lord Voldemort’un dolaylı yoldan ölümüne vesile oldu. Harry, bu rakibe karşı avantaj kazandıran büyüyü ilk kez Harry Potter ve Sırlar Odası’ndaki Düello Kulübü’nde Snape’in ağzından duymuştu. Devam eden yıllar boyu da Harry bu büyüyü Lupin tarafından onun ‘imzası’ olarak tanımlanacak kadar çok kullandı. Eh, Expelliarmus büyüsü önünde sonunda Harry’nin işine yaradı.

Bu büyüyü başkasından öğrenmiş olmayı arzu etmesine rağmen Snape’ten öğrenmiş olması biraz dokunaklı aslında, aynı adamın Voldemort’un kehaneti öğrenmesi ve ardından Harry’nin alnında o izi bırakmasına sebep olduğu düşünülürse eğer. Şu apaçık ki Snape’in hareketleri doğrudan veya dolaylı olarak Voldemort ve Harry’yi derinden etkiledi.

GÖZ ATIN  Haftanın Büyüsü: Expelliarmus

6. J.K. Rowling Snape’i Öldürdüğü İçin Özür Dilemişti

2017’de, Hogwarts Savaşı’nın yıldönümünde J.K. Rowling, serideki belki de en sansasyonel karakteri öldürdüğü için özür dilemişti. Rowling Snape’in koşulsuz şartsız sevilmek için çok fazla “orta tarafta” olduğunu itiraf ediyor ve bir tweetinde “Ona bir aziz diyemeyiz: Fazlasıyla kindar ve zorba biriydi. Ona şeytan da diyemeyiz: büyücülük dünyasını kurtarmak için canını feda etti.” diyor.

GÖZ ATIN  J.K. Rowling'in Öldürmeyi Düşündüğü Karakterler ve Dilediği Özürler

Neyse, bırakalım Snape hakkında tartışmalar sürsün gitsin.

Bunlardan hangilerini biliyordunuz? Yorumlarınızı bizlerle paylaşmayı unutmayın!


* Gelmiş Geçmiş En Detaylı Severus Snape Testi İçin Tıklayın!

The post Severus Snape Hakkında Bilmiyor Olabileceğiniz 6 Gerçek appeared first on Fantastik Canavarlar.

Karanlık Prens –İçimdeki Karanlık #7: Baba Oğul

$
0
0

Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #7

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

1. BÖLÜM

2. BÖLÜM

3. BÖLÜM

4. BÖLÜM

5. BÖLÜM

6. BÖLÜM


Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin yedinci bölümü!

bölüm 7

Baba Oğul

Harry, sessiz adımlarla eve doğru yöneldi. Kendine ait özel alanında idman yaparak beş saat geçirmişti ve artık yorgunluktan ölüyordu. Riddle Malikânesi’ne doğru yorgun argın yürüdü. Gökyüzüne bakındı, alacakaranlık çoktan çökmüştü; yani, Ölüm Yiyen toplantısı muhtemelen bitmişti. Harry, önlem olsun diye gümüş maskesini elinden bırakmadı; ihtiyacı olabilirdi.

Esnemesini bastırdı, çok yorgundu. Normalde idmana bu kadar vakit harcamazdı, ama son zamanlarda yapmayı tek istediği şey bu olmuştu. İçinde hapsolmuş hayal kırıklığı duygusunun dışa vurulması gerektiğini biliyordu; bu ise tek çıkış yoluydu: idmanlar ve yerine getirdiği görevler.

Harry, idman alanını büyük malikâneden ayıran ağaçlık kısmın olduğu yerden yürümeye devam etti. Arkasından gelen yaprak hışırtısını ve belli belirsiz ayak seslerini duyduğunda ise, az bir yolu kalmıştı. Harry yürümeyi kesmedi ama tetikteydi de. Asası, cübbesinin yeninde gizlenmişti. Takip edildiğini anladığına dair hiçbir şey belli etmeden yürümeye devam etti. Arkasından gelen ayak sesleri ise, daha gürültülü bir hal aldı.

Her şey bir anda gerçekleşti.

Süratle maskesini takıp asasına uzandı. Yerinde geriye döndü ve arkasından sinsice yaklaşan kişinin kim olduğuna bakmadan onu yakaladı. Eliyle, kim olduğunu bile bilmediği bu kişiyi boynundan yakalamıştı. Asasını boğazına doğru dayamadan önce bedeni en yakın ağaca sertçe sabitledi.

“Ah! Fazla paranoyakça değil mi, Harry?”

Harry, yakaladığı kişinin sarışın bir oğlan olduğunu görünce şaşırdı; ağaca yapışmış halde acı içinde inliyordu. Maskesinin arkasından sırıttı ve oğlanı bırakarak maskesini çıkarmaya yeltendi. Artık ihtiyacı yoktu.

“Draco, neden arkamdan sinsice yaklaşıyordun?” diye sordu Harry, arkadaşına.

O sırada, Draco Malfoy kafasının arkasını ovuyordu ve Harry’ye sinirli bir bakış attı.

Sinsice yaklaşmıyordum! Gizlice yaklaşıyordum, hepsi bu,” diye cevapladı Draco.

Harry yanıt olarak sırıttı.

“Babama yakalanmaktan mı korktun?” diye sordu Harry.

Konu, Draco Malfoy olduğunda Lord Voldemort’un sabırlı davranmadığı herkesçe bilinen bir şeydi. Çocuğu, Harry’yi derslerinden ve çalışmalarından alıkoymakla suçluyordu.

Draco temkinli bir şekilde etrafına bakındı.

“İşte, tam da bu yüzden, sen benim evime gelmelisin,” dedi fısıldayarak.

Harry, cevap olarak kıs kıs güldü. Birlikte malikâneye doğru yürümeye başladılar. Draco şimdi çok daha rahattı. Harry ile birlikte olmak demek, güvende olmak demekti. Harry onun yanındayken Lord Voldemort’la yüz yüze gelmekten bile çekinmiyordu. Ama yalnız başına olsaydı, o zaman eve geri dönememe gibi bir olasılığı vardı.

Riddle Malikânesi’ne, o etkileyici kaleye yaklaştıklarında, Harry gümüş maskesini çıkarıp takarak yüzünü gizledi. Draco aşina olduğu bu hareketi izlerken bir şey demedi. İki çocuk da kapılara yaklaştı ve Harry, girişte konumlanmış iki Ölüm Yiyen’e eliyle işaret etti. Adamlar, dizlerinin üzerine çöküp alınlarını toprağa vurarak Karanlık Prens’lerini selamladılar.

Draco açıkça sırıtıp iki adamı da rahatsız ve aşağılayıcı pozisyonlarında daha fazla tutmak için bilerek yavaşlarken Harry adamlara bakmadı bile.

“Draco!” diye homurdandı Harry, hızlı olmasını işaret ederken.

Kapılar kapanır kapanmaz, Harry giriş salonunu hızlı adımlarla aşıp geniş yılan portresine doğru ilerledi. Büyülü sözleri tısladı ve kalenin Harry’ye ayrılmış kısmına geçmelerini sağlayacak portre açıldı.

Harry önemli biri olduğunu her zaman biliyordu, ancak içindeki keşfetme dürtüsünden bir türlü vazgeçemiyordu. Yedi yaşındayken yaşadığı bir olay, Harry’ye kendisini saklaması gerektiğini zor yoldan öğretmişti. Bu yüzden babası, kalenin bir kanadını tamamen Harry’ye vermişti. Harry, çocukken etrafındaki şeyleri keşfederek saatler harcardı ve Draco yanı başındayken, birlikte sonu gelmez maceralara atılırlardı.

Geçitten tırmandıkları ve portrenin kapısı arkalarından kapandığı anda, Harry maskesini çıkardı.

“Ee, ne zaman döndün?” diye sordu Harry, koridor boyunca yürüyüp onun odasına doğru giderlerken.

“Yaz tatili haftalar önce başladı, ama babam bir süre uzak durmamın iyi olacağını düşündü. Senin meşgul olduğunu söyledi, yani birkaç hafta boyunca sıkıntıdan ölüp öylece oturmam gerekti,” diye yanıtladı Draco.

“Görevlerim vardı,” dedi Harry sadece.

Draco onu inceledi.

“Keşke görevlerden birine seninle gelebilsem,” diyerek iç çekti.

Harry kahkaha atıp Draco’ya tuhaf bir bakış attı.

“Sen? Meydanda? Böyle bir şeyi görmek isterdim!” dedi Harry, arkadaşının yüzünde beliren kuşkulu ifadenin tadını çıkararak.

“Neden olmasın ki? Ben iyi bir düellocuyum!” dedi Draco, vakur bir sesle.

“Muhtemelen, rakibine saçının bozulup bozulmadığını sorup dururdun,” diyerek güldü Harry.

Draco, Harry’ye ters ters baktı.

“İyi görünmek suç değil ya! Gerçi sen ne anlarsın! O fırça gibi saçını en son ne zaman taradın?” diye sordu Draco.

Harry öylece omuz silkip elini saçından geçirdi.

“Herkes senin kadar bakımına dikkat etmiyor, Draco.”

Draco ağzından tükürükler saçarak söylenirken, Harry de karşılığında kıs kıs güldü.

Harry’nin bileğinin bir hareketiyle açtığı maundan yapılmış ağır kapıların olduğu bir yere vardılar. Harry’nin yatak odası olan bu dev alan, onun ihtiyacı olabilecek her şeyi içeriyordu. Yatağı dört kişinin uyuyabileceği kadar büyüktü ve sekiz kapılı gardırobu bütün bir duvarı kaplıyordu. Oda pahalı mobilyalarla döşenmişti ve boydan boya uzanan kitaplığın bir kısmı, Britanya’nın başka hiçbir yerinde bulunmayan türde kitaplarla doluydu.

Draco, kanepeye doğru ilerledi ve kendini bırakıp ayaklarını rahatça uzattı. Harry, gümüş maskesini ve pelerinini sandalyelerden birinin üzerine koyarken, Draco’nun bu hareketine aldırış ediyor gibi görünmüyordu. Dev gardırobuna doğru yürüdü ve asasız bir büyüyle dolabın kapaklarını açtı. Giydiği koyu yeşil cübbesini değiştirmek için eline lacivert bir cübbe aldı.

“Babam dün senden bahsediyordu,” dedi Draco, Harry’nin kanepesine uzanmış bir şekilde. “Senin Lacetate lanetini öve öve bitiremedi.”

Lacerate laneti,” diye düzeltti Harry.

Draco, Harry’ye yarı gücenmiş bir bakış attı.

“Her neyse!” dedi Draco. “Anneme anlatıyordu. Yemin ederim, benim orada olduğumu fark etmedi bile!”

“Belki de, bu büyüyü onun üzerinde denemelisin. O zaman seni fark ederdi,” diye cevap verdi Harry, sırıtarak.

“Ya, ne demezsin!” diye homurdandı Draco, ama yine de, dudaklarında ufak bir gülümseme belirmişti.

Harry, elbise dolabının kapağını kapattı ve aynada kendi görüntüsünü yakaladı. Kendi yansımasını izlerken bir an öylece durdu. Görünüşüne hiçbir zaman önem vermezdi, o yüzden, neyse ki, doğal hâli iyi görünüyordu. Gerçi son zamanlarda hep yorgundu. Yüzünü daha iyi görebilmek için gözünün önüne gelen saçlarını geriye itti. Sıra dışı görünen yara izine ışık vurunca, iz apaçık ortaya çıkmıştı. Harry, parmaklarını yavaşça yara izinin üzerinde gezdirdi. Görünüşünde hoşuna giden tek kısım burasıydı. Onun dışında, dağınık siyah saçlarından, parlak yeşil gözlerinden ve diğer tüm özelliklerinden olabildiğince nefret ediyordu. Babasının dış görünüşünü değiştirmesine izin vermesini diledi yeniden, ancak ona ne kadar yalvarırsa yalvarsın, Voldemort Harry’nin asıl yüzünü değiştirmemesinde ısrarcıydı.

Harry, gözlerini ovalayıp iç çekerek aynadan uzaklaştı. Odada bulunan özel banyosuna yöneldi; idmandan sonra yıkanıp üzerini değiştirecekti. Draco ise, Harry’nin karanlık sanatlarla ilgili kitaplarından birine gömülmüş, Harry’le ilgilenmiyordu.

Harry, üzerine temiz bir cübbe geçirmeden önce hızlıca duşunu aldı. Uzun ve esnek bir vücudu olmasının yanında, yoğun fiziksel antrenmanları, kollarının ve göğsünün kaslanıp güçlenmesine yaramıştı. Vücudunu bu şekle sokmak için çok çalışmıştı; sonu gelmeyen egzersizleri ve idmanları, şekilli bir vücuda ve sağlam bir kafaya sahip olmasını sağlamıştı ve Harry bununla gurur duymadan edemiyordu.

Banyodan çıkıp odaya döndüğünde, Draco’nun kitaba ne kadar dalmış olduğunu fark etti. Ona doğru yürüdü ve kitabı sarışın çocuğun parmaklarından çekti.

“Ya!” diye çıkıştı Draco.

“Buraya kitap okumaya mı geldin?” diye sordu Harry, kitabı parmağının bir hareketiyle kitaplığa göndererek.

Draco iç çekti.

“İyi kitaptı,” dedi, yerinde doğrulurken.

“Öyle tabii, benim kitabım sonuçta,” diye sırıttı Harry.

“Sanki sen yazdın, aptal!” diye güldü Draco.

“Hayır, ama onu okumayı ben seçtim. Tabii ki, iyi bir kitap olacak,” diye cevap verdi Harry.

Draco, çocukluklarından beri sahip oldukları satranç takımını çekmeceden çıkarıp Harry ile aralarında duran masaya serdi.

“Bence yeni bir satranç takımına ihtiyacımız var,” dedi Draco, burnunu eski püskü ve yıpranmış görünen takımdan kaldırarak.

Harry kafasını iki yana salladı.

“Ben seviyorum,” diye cevapladı. “Yıllardır bizde duruyor.”

“Aynen öyle!” diye haykırdı Draco. “Bu şey, parçalara ayrılıyor.”

Harry omuz silkti.

“Sorun değil. İşe yarıyor ya, önemli olan o.”

Draco, Harry’ye bakıp sırıttı.

“Belli ki, beni asla yenemeyeceğini bildiğin için yeni bir takım almak istemiyorsun.”

Harry de ona sırıttı.

“Ya sırf ben izin verdiğim için yeniyorsan?”

Draco homurdandı.

“Evet, tabii! Yenmeme izin veriyormuş! Altı yaşından beri mi?” diye bağırdı Draco.

“Teknik olarak, o zamanlar nasıl oynayacağımızı bilmiyorduk,” diye belirtti Harry.

“Ve yine de senin kıçını tekmeliyordum!” diye cevapladı Draco, kendini beğenmiş bir edayla.

Bir ışık parladı ve Draco, ileri doğru savrularak yüzünü masaya çarptı. İnleyerek kalkıp Harry’nin eğleniyormuş gibi duran yüzüne baktı. Kendisini savuranın Harry olmadığını fark etti, çünkü saldırı arkasından gelmişti. Hızlıca ve korku dolu bir şekilde arkasına dönen Draco, babasının kapıda dikildiğini gördü.

“Dilini tutmayı ne zaman öğreneceksin, Draco!” diye azarladı Lucius, uzun adımlarla oğluna doğru yaklaşırken. “Senin şu saygısız dilin sonunu getirecek!”

Draco, soluk yanakları kızarmış, kafası öne eğilmiş bir şekilde duruyordu. Harry’nin önünde azarlanmaktan nefret ederdi.

“Özür dilerim, baba. Söylediklerimde ciddi değildim,” dedi.

“Bu şekilde konuştuğunu duyan kişi, – Karanlık Lord değil de – ben olduğum için şanslısın!” diye söylenmeye devam etti Lucius.

Draco’nun yüzünü korku kapladı ve istemsizce titredi. Durum babasının dediği gibi olmuş olsaydı, şimdiye ölmüştü.

Harry, Lucius’u kapıda görünce şaşırmamıştı. Parola olmadan ona ayrılmış kanada girebilecek sadece iki Ölüm Yiyen vardı ve bunlardan birisi de Lucius Malfoy’du.

“Lucius,” dedi Harry. “Draco ile aramızda nasıl konuştuğumuz bizi ilgilendirir. Büyük bir meseleymiş gibi davranma.”

Lucius bir şey söylemedi, ama bakışlarını oğluna çevirdi.

“Dışarıda beni bekle. Eve kadar sana eşlik edeceğim.”

“Ama ben daha yeni geldim,” diye başladı Draco.

“Ve şimdi de eve dönüyorsun,” diye karşılık verdi Lucius.

Draco tartışmayı uzatmadı. Harry’ye bir bakış atarak kapıya yöneldi.

“Tamam, baba.”

Draco, Harry’nin odasından çıkıp babasını beklemek üzere Riddle Malikânesi’nin giriş salonuna doğru yürümeye başladı.

Draco çıktığı gibi, Lucius Harry’ye döndü.

“Onu cesaretlendirmemelisin,” dedi. “Sana saygı duyması, senden korkması gerektiğini öğrenmeli.”

Harry, kollarını göğsünde birleştirip sırıtarak arkasına yaslandı.

“Onun benden korkmasını istemiyorum. O iş için Ölüm Yiyen’ler var zaten.”

Lucius’un dudağı seğirdi, ama genelde şakalaştıkları bu konuya şu anda gülümsemek istemiyordu.

“Her neyse, eğer onun seninle böyle iğrenç bir şekilde konuşmasına izin verirsen, sana saygı duymayacaktır!”

“Lucius, sakin ol,” dedi Harry, ayağa kalkarak. “Dediğim gibi, birbirimizle konuşma tarzımız bizi ilgilendirir. Dâhil olmanı gerektirecek bir durum yok.” Harry satranç takımını topladı ve her zamanki yerine koydu. Draco’ya yenilmek için başka bir günü bekleyebilirdi. “Toplantının iyi gittiğini varsayıyorum?” diye sordu.

Lucius, Harry’ye başta şaşırmış bir şekilde baktı; ama sonra gri gözleri Harry’nin yara izine yöneldi ve anlayarak gülümsedi. Tabii ki, Harry Karanlık Lord’un sinirli mi yoksa mutlu mu olduğunu yara izinin acıyıp acımamasından anlıyordu.

“Evet, iyi geçti,” diye cevapladı Lucius. “Ölüm Yiyen’ler onlara verilen tüm görevleri başarıyla yerine getirdi.”

“Hmm, demek ki, arada sırada mucizeler de olabiliyormuş,” diyerek sırıttı Harry.

Lucius, Harry’nin muzipliğine gülümsemeden edemedi. Harry’yi, Lord Voldemort’a getirildiği günden beri tanıyordu ve yıllar içerisinde, bu kuzgun karası saçlı gence, içinde git gide artan bir şefkat beslemişti. Harry’ye, huysuz davranışlarından ötürü, Karanlık Prens adını veren kendisiydi.

“Onların başarısı senin ilerlemene kıyasla hiçbir şey,” dedi Lucius, gururla parlayarak. “Tek bir seferde Lacerate lanetini öğrenebilmek, duyulmuş şey değil.”

“Yaptığım şeylerin çoğu, duyulmamış şeyler zaten,” diye cevapladı Harry.

“Bu laneti yaptığını görmeyi çok isterim,” dedi Lucius, itinayla.

Harry, Lucius’a bakmadan önce iç çekti. Bu konuyu onunla defalarca konuşmuştu.

“Sana söyledim. Yalnız çalışmayı seviyorum,” dedi Harry.

“Biliyorum ve kararına saygı duyuyorum. Yine de, seni düello yaparken görmeyi çok istiyorum. Unutulmaz bir an olurdu,” dedi Lucius.

Harry tek kaşını kaldırdı.

“Göremezsin. Unut bunu,” diye cevapladı Harry, konuşmayı kısa keserek.

Lucius, bu konu hakkında daha fazla bir şey söylemedi. Harry’yle tartışmaması gerektiğini biliyordu. Harry’nin odasının kapısı tekrar açıldı ve Draco’nun geldiğini düşünen Lucius’un kaşları çatıldı, dudakları kıvrıldı ve tam Draco’ya giriş salonunda beklemesini söylemek için dönmüştü ki, gelenin Draco olmadığını görmesiyle ifadesi değişti. Lord Voldemort, gözleri Lucius’a sabitlenmiş hâlde kapı pervazında duruyordu.

Tek kelime etmeden, soylu Malfoy, dizlerinin üstüne çöktü ve Lord’unu eğilerek selamladı.

Harry canı sıkılmış bir şekilde onu izledi. İnsanların başkalarının önünde eğilmesinden hiç hoşlanmıyordu. Daha küçücük bir çocukken, Bella ve Lucius’un önünde eğilişlerini hatırladı. Onları bu yaptığından vazgeçirmek çok zamanını almıştı.

“Bizi yalnız bırak,” dedi Voldemort, odaya girerken.

Lucius anında ayağa kalktı ve arkasına bakmadan odayı terk etti.

Kapı arkasından kapandığında, Voldemort Harry’ye döndü; kırmızı gözleri, oğlunu görür görmez yumuşadı.

“Bakıyorum da, Lucius’un veledi geri dönmüş,” dedi Voldemort, Harry’ye yaklaşırken. “Onu giriş salonunda beklerken gördüm. Ona, kendi evinde kalmasını söylediğini sanıyorum. Onu sık sık senin etrafında görmek istemiyorum.”

“Bana kötü örnek olacağından mı korkuyorsun?” diye sordu Harry, sırıtarak.

Voldemort eğleniyormuş gibi görünmüyordu.

“Dikkatinin dağılmasını istemiyorum.”

Harry iç çekti.

“Draco ile derdin ne?” diye sordu.

“Onunla ilgili bir derdim yok. Seninle saygısızca konuşmasından hoşlanmıyorum.”

Lord Voldemort, Draco Malfoy’un Harry’yle konuşma şeklini bilecek kadar muhabbetlerine kulak misafiri olmuştu. Harry’ye nasıl sataştığını ve onunla nasıl uğraştığını biliyordu. Draco Malfoy’un tüm uzuvlarının hâlâ yerinde olması, Voldemort’un kendini tutmasının ve Harry’nin duruma müdahale etmesinin bir sonucuydu.

“Bu, Draco’yla benim aramda olan bir şey,” dedi Harry, az evvel Lucius’a söylediklerini tekrar ederek. Konuyu değiştirmek istediği için toplantıyı sordu. “Lucius, toplantının iyi geçtiğini söyledi.”

Voldemort, Harry’nin penceresine doğru ilerledi ve gözlerini, uçsuz bucaksız gibi görünen ıssız arazi manzarasına dikti.

“Tatmin ediciydi,” diye cevapladı. “Toplantı sırasında sen ne yaptın?” diye sordu; hâlâ pencereden dışarı bakıyordu.

“Antrenman,” diye cevapladı Harry.

Voldemort, Harry’ye yakından bakmak için arkasına döndü.

“Bu günlerde çok fazla antrenman yapıyorsun,” diye yorumda bulundu.

Harry omuzlarını silkti.

“Hazırlıklı olmanın zararı dokunmaz.”

Voldemort konuşmadı ama Harry’de bir şey fark ederek gözlerini ondan ayırmıyordu; Bella ve Lucius gibilerinin dikkatinden kaçan bir şey. Harry’nin ne kadar yorgun olduğunu, kısmen solmuş, sağlıksız yüzünü ve gözlerinin altında oluşmaya başlamış koyulukları fark etti.

“Normalde bu kadar çok çalışmana itiraz ederdim,” dedi Voldemort, pencereden uzaklaşıp Harry’yle doğrudan yüz yüze gelerek. “Ama görünüşe göre ayrıyeten antrenmana ihtiyacın var.” Gözleri Harry’ninkilere kenetlendi ve sözlerinin onun çekinmesine yol açtığını gördü. “Senin hedefini ıskaladığın pek görülmüş şey değil. Sanıyorum ki, James Potter’ı hayatta bırakmayı amaçladın?”

Bu isim, Harry’de, sadece Voldemort’un fark edebileceği belli belirsiz bir titremeye yol açtı.

“Neden böyle bir şey sanasın?” diye sordu Harry; sesi sakin ama kızgındı.

“Onu öldürememiş olman anlaşılabilir bir şey,” diye başladı Voldemort, bir adım daha yaklaşarak. “Ne de olsa, o senin baban.”

Öfke bedenini ele geçirmeden önce Harry’nin gözleri büyüdü.

“Sözünü geri al!” diye tısladı Harry.

Karşılığında, Voldemort gülümsedi.

“Harry…”

“Sözünü geri al!” diye tekrarladı Harry. “Ben onun oğlu değilim. Ben senin oğlunum, sadece senin! Ben bir Potter değilim, hiçbir zaman da olmadım.”

Voldemort, Harry’nin Potter’a karşı içinde merhamet beslemeyeceğini biliyordu. Böyle bir şeyi Harry’nin tepki vereceğini bildiği için söylemişti. Ve aldığı tepki oldukça tatmin ediciydi.

Voldemort, Harry’ye yaklaştı ve elini omzuna yerleştirdi.

“Biliyorum. Sen her zaman benim oğlum olacaksın. Hiç kimse bunu değiştiremez,” dedi, temkinli bir şekilde.

Bu basit sözler, Harry’nin sakinleşmesine yetmişti.

“Bilerek hayatta kalmasını sağlamadım,” diye başladı Harry, babasına açıklama gereği duyarak. “Odaklanamıyordum. Onu orada görmeyi beklemiyordum ve kabul etmeliyim ki, hazırlıksız yakalandım.”

“Onu tekrar görebileceğini biliyor olman gerekirdi. Er ya da geç olacaktı,” diye cevapladı Voldemort.

Harry kafasını salladı.

“Biliyorum.”

Voldemort, Harry’nin omzuna hafifçe vurarak ona bakmasını sağladı.

“Boş ver gitsin, oğlum. Bir daha Potter’ı gördüğünde, bu onun son günü olacak.”

Harry tekrar kafasını salladı, ama bu sefer bir duygu seli gözlerinden taşıyordu.

“Öyle olacak,” diyerek babasının sözlerine katıldı.

Voldemort, gözleri sessiz bir zaferle parlayarak gülümsedi.

“Sana bir şey vermek istiyorum, görevlerine odaklanmanda yardımcı olsun diye.”

Harry, bir şey söylemeden sorgularcasına kafasını yana eğdi.

Voldemort cübbesinin iç cebine uzandı ve küçük bir kutu çıkardı. Harry’ye bakmak için gözlerini kutudan ayırmadan önce, elinde kutuyla kısa bir süre öylece durdu. Kutuyu Harry’ye uzattı.

Harry uzatılan kutuyu alıp açtı. Kutunun içinde gümüş bir kolye vardı; birbirine dolanmış bir bedenden iki başın çıktığı bir yılan şeklindeydi. Yılanın gözleri, hipnoz edici güzellikte parlak bir yeşildi. Harry soru soran gözlerle babasına baktı.

“Bu, bir zamanlar, büyük büyük atan Salazar Slytherin’e aitti. Senin olmasını istiyorum,” diye açıkladı Voldemort. “Ancak, bu kolye öyle basit bir yadigârdan çok daha fazlası. İçinde ruhumdan bir parça var. Bu, benim Hortkuluk’larımdan birisi.”

Harry’nin yüz ifadesi değişti. Şimdi, kolyeye çocuksu bir hayranlıkla bakıyordu. Kutuyu kavrayışı da değişmişti; çok temkinli bir şekilde tutuyordu.

“Bunu neden bana veriyorsun?” diye sordu Harry.

“Sen benim oğlumsun, sağ kolumsun,” diye cevapladı Voldemort. “Ben Horkuluk’umun sende olmasını uygun görüyorum; görevlerinde odaklanmana yardımcı olsun, kim olduğunu ve benim için ne ifade ettiğini her zaman hatırla diye.”

Harry kutunun içine uzandı ve güzel kolyeyi çıkardı. Zinciri başından geçirip boynuna taktı. Babasının Hortkuluk’u şimdi göğsünde, kalbine yakın bir yerde duruyordu.

Harry, gözlerini babasından ayırmadan konuştu:

“Kim olduğumu hiçbir zaman unutamam,” diye cevapladı. “Her zaman senin oğlun olacağım. Hatırlatılmasına ihtiyacım yok.” Kolyeye tekrar bakıp babasına gülümsedi. “Yine de, teşekkür ederim, baba. Buna gözüm gibi bakacağım, söz veriyorum.” Aniden, Harry’nin aklını bir şey kurcalamaya başladı ve yüzünü endişe kapladı. “Görevlerim! Ya görevlerimden biri sırasında bir şey olur da kolye zarar görürse? Ya…”

“Merak etme, kolye birçok büyüyle efsunlandı, Kırılmazlık büyüsü de dâhil. Takmaya başladıktan sonra onu sadece sen ya da ben çıkarabiliriz. Ve ne olursa olsun, bunu senden hiç kimse alamaz,” diye Harry’yi temin etti Voldemort.

Harry’nin endişeli ifadesinin yerini rahatlamış bir gülümseme aldı. Kolyeyi, cübbesinin içine soktu.

“Bunu bana verdiğini Bella’ya söyleme. Asla kendine gelebileceğini sanmıyorum,” dedi Harry, pis pis sırıtarak.

“Onda da bir tane olmadığını nereden biliyorsun?” diye sordu Voldemort; o da sırıtıyordu.

Harry’nin gülümsemesi yüzünde soldu.

“Ne? Benden önce ona mı verdin?”

Voldemort güldü –sadece Harry’nin yapmayı başarabildiği bir şeydi bu– ve kapıya yöneldi.

“Belki de,” diyerek takıldı ona.

“Baba? Bu hiç adil değil. Ben senin oğlunum!”

Harry, yemeğe inene kadar, durmadan Voldemort’a neşeyle sataşarak peşi sıra koşturdu.

* * *

8. BÖLÜM 8 Ağustos 2019’da FANTASTİK CANAVARLAR’da!

Çeviren: Dilara Uysal

The post Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #7: Baba Oğul appeared first on Fantastik Canavarlar.


Karanlık Prens –İçimdeki Karanlık #8: Yakalama Planı

$
0
0

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

5. BÖLÜM

6. BÖLÜM

7. BÖLÜM


Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin sekizinci bölümü!

bölüm 8

Yakalama Planı

Akşamın ilerleyen saatleriydi ve o anda çoğu Yoldaşlık üyesinin eve gitmekten daha çok istediği bir şey yoktu. Lily’nin de durumu farklı değildi; bir yanında James diğer yanında Sirius’la oturmuş, yatağına gitmek için toplantının bir an önce bitmesini umuyordu. Hastaneden bir hafta önce taburcu olmuş kocasına şöyle bir baktı. James, Şifacı’nın iyileşmesi için istirahat etmesi gerektiğini söylediği talimatlarını duymazdan gelmiş, hiç vakit kaybetmeden işine geri dönmüştü. Lily, kocasının bu inatçı tavrını hiç onaylamıyordu. Keskin yeşil gözleri, James’in boynunda geziniyordu; o korkunç saldırıdan geriye yara izi kalıp kalmadığını anlamaya çalışıyordu. Görünürde hiçbir iz yoktu. Lily, kendi elleriyle, iz kalmasını önleyici bir iksir yapmış ve iksiri günde iki kez James’e uygulamıştı; aksi takdirde, bıçağın kestiği yerde sol kulağının aşağısından ensesine kadar uzanan çirkin bir kesik ona yadigâr kalacaktı. Lily, kocası iyi olduğu için Tanrı’ya tekrar şükretti. Saldırı, ölümle sonuçlanabilirdi; hayatta kaldığı için şanslıydı.

Tam bu düşüncelerini dile getirecekti ki, Dumbledore içeri girdi ve toplantının başlamasını beklerken odaya sessizlik çöktü. Albus Dumbledore, yorgun görünen bir grup insanın önünde pozisyonunu aldı.

“Hepinize geldiğiniz için teşekkür ederim,” diye başladı. Önünde oturan yüzlere baktı; bakışları James, Sirius ve Kingsley’de durdu.

“Doğru,” diyerek doğrudan konuya girdi. “Voldemort’un bir vârisi var.”

Odadaki atmosfer neredeyse anında değişti. Şaşkınlıkla çekilen soluklar tüm odada yankılandı. Etkilenmemiş görünenler, yalnızca, Karanlık Lord’un oğluyla çoktan karşılaşmış olanlardı.

“Bu nasıl mümkün olabilir?” diye sordu McGonagall. “Bunca zaman bir şeyler duymuş olmaz mıydık?”

“Voldemort’un onu herkesten bir sır gibi sakladığını düşünüyorum,” diye cevapladı Dumbledore. “Hatta adamlarının çoğunun bile, Efendilerinin bir oğlu olduğundan haberi yok.” Başını, kaskatı oturmuş, kimseyle göz göze gelmeyen Severus’a doğru eğdi. “Bu yüzden Yoldaşlık’ın da bunca zaman haberi olmadı.”

“Anlamıyorum,” dedi Elphias Doge, hırıltılı bir sesle. “Kim Olduğunu Bilirsin Sen neden oğlunu Ölüm Yiyen’lerinden saklasın ki?”

“Belki onlara güvenmiyordur,” diye önerdi Remus. “Adamlarından birinin tahtına göz dikmesinden korkuyordur. Emin olduğumuz bir şey var ki, tahtın devredilme günü geldiğinde aralarından birini seçecek umuduyla yanıp tutuşan ve Voldemort’tan nemalanan çok sayıda Ölüm Yiyen var.”

“Evet, bir gün o canavar da ölecek!” diye gürledi Moody.

Dumbledore bir şey söylemedi, ama Moody’nin sözleri üzerine, gözlerinde endişeyle alnını kırıştırdı.

“Görünen o ki, ne sebeple olursa olsun, Voldemort oğlunu kocaman bir sır olarak saklamış,” diye devam etti Dumbledore. “Severus’un da doğruladığı üzere, Ölüm Yiyen’ler arasında çocuğun varlığına inananlar da, varlığının sadece bir mit olduğunu düşünenler de mevcut.”

“Mit falan değil,” diye homurdandı Sirius. “Pekâlâ gerçek!” Eli kaburgalarına gitti; yediği dayağın acısını hâlâ biraz çekiyordu.

“Bazı Ölüm Yiyen’ler, yıllardır, Riddle Malikânesi’nin içinde ve dışında bir çocuğun gölgesini gördüğünü iddia ediyor; ancak, yüzünü gören hiç olmamış,” diye devam etti Dumbledore. “Severus, ana kapıyı koruyan düşük rütbeli Ölüm Yiyen’lerle konuştu. Malikâne’ye gümüş maskeli bir çocuğun girip çıktığını teyit ettiler.”

“Kim olduğunu bilmiyorlar madem, nasıl içeri girmesine izin veriyorlar?” diye sordu Kingsley.

“Söylenene göre, Voldemort onlara gümüş maskeli bir çocuk görürlerse, asla yolunda durmamalarını tembihlemiş,” diye cevapladı Dumbledore. “Onlara, çocuğu gördüklerinde diz çöküp başlarını eğmelerini ve ona bakmaya asla cüret etmemelerini emretmiş.”

Kingsley, odadaki diğer herkes gibi şaşırmış görünüyordu. Voldemort’un kendisine duyulmasını istediği saygının aynısını bir başkası için de isteyeceği hiçbirinin aklına gelmezdi.

“Elimizde bir isim var mı?” diye sordu James, merakla.

“Hayır,” diye cevap verdi Dumbledore. “Kimse adını bilmiyor. Ona Karanlık Prens diyorlar. Birkaç yıl önce başlayan söylentilerle ortaya atılan bir isim.”

“Söylentiler neydi?” diye sordu Lily.

Dumbledore bir anlığına sessizleşti. Odadakilere yeniden dönmeden önce sessiz düşüncelere dalmış bir hâlde gözlerini yere dikmişti.

“Son toplantımızı hatırlıyorsunuzdur: Ölüm Yiyen’lerin tuhaf ölümleri ve suçlunun bilinmediği üzerine konuşmuştuk,” diye hatırlattı Dumbledore. “Sonra ben, bu ölümlerden Voldemort’un sorumlu olabileceğini ve geri kalan Ölüm Yiyen’lerin de aynı fikirde olduğunu düşündüğümü söylemiştim.” Dumbledore, tekrar Snape’e işaret etti. “Severus’un da bildirdiği üzere; aşağı yukarı son iki yıldır, Voldemort’un, kendi adamlarından birini temizlemek istediğinde kullandığı gizli bir suikastçısı olduğu söylentileri dolaşıyor. Birçokları da, bu suikastçının Karanlık Prens olduğunu düşünüyor.”

James, Sirius ve Kingsley’yle göz göze geldi. Şimdi anlaşılmıştı. Depoda saklanan Ölüm Yiyen Hunt, suikastçı Karanlık Prens’i tanımış, onu öldürmeye geldiğini anladığı için öyle bir korku sergilemişti. Korkusu şimdi anlam kazanmıştı.

“Kim Olduğunu Bilirsin Sen’den başka çocuğu gören birileri vardır mutlaka!” diye bağırdı Emmeline Vance. “Çocuğu kendi başına, onu öldürmeden, büyütmüş olması pek işten değil!” Kafasını salladı. “Mutlaka yardım almış olmalı.”

Snape, Dumbledore’a baktı, ardından da yüzünü Emmeline’e döndü.

“Edindiğim bilgilere göre, Lucius Malfoy ve Bellatrix Lastrange, Karanlık Prens’in küçüklüğünü birlikte geçirdiği kişiler olabilir,” dedi Snape. “Kesin bir bilgi değil; son zamanlarda o ikisinin diğer Ölüm Yiyen’leri ziyaret ettiği yönünde ipuçlarından çıkardığım bir varsayım.”

“Tam Malfoy’luk hareket!” diye homurdandı Moody. “Racon kesmek onun işi!”

“Albus, annenin kim olduğunu biliyor muyuz?” diye sordu Minerva, aniden.

Dumbledore, yarım ay gözlüklerini kıvrımlı burnunun üstüne oturturken derin bir nefes aldı.

“Hayır, bilmiyoruz,” diye cevapladı.

“Bellatrix olabilir,” diye fikrini sundu Hestia Jones. “Sadakatinin sınırı olmadığını biliyoruz.”

Sirius, ağzından çıkan homurtuya engel olamadı. Yoldaşlık üyesi arkadaşları da dâhil, kimsenin kuzeni hakkında konuşmasından hoşlanmazdı. O ve Bella bir zamanlar çok yakınlardı. Birlikte büyüdükleri gibi, birbirlerine derinden de bağlıydılar. Ancak, nasıl ki genç birer yetişkin olmuşlardı, Bella Voldemort’u bir saplantı haline getirmeye başlamıştı. Ölüm Yiyen olmak istiyordu ve Sirius, ona ne derse desin, istediği kadar tehdit etsin, onu bu kararından caydıramamıştı. Sirius’u arkasında bırakıp kendisini Voldemort’un hizmetine sunmaya başlamış ve bir daha asla arkasına bakmamıştı. Sirius ise, bu olanları hiç atlatamamıştı.

“Bence Bellatrix onun çocuğunu taşımak isterdi,” diye ekledi Emmeline, dalgın bir hâlde. “Bunun büyük bir onur olacağını düşünürdü.”

“Bellatrix değil,” diye araya girdi Snape.

“Nasıl emin olabiliyorsun?” diye sordu Hestia.

“Çünkü Lucius’a onu kısırlaştıracak iksiri hazırlamasında yardım eden kişi, bendim,” diye miskin miskin cevapladı Snape. “Bellatrix, Karanlık Lord’a katıldıktan kısa süre sonra kısırlaştırılmak istedi. Efendisine hizmetleri dışında aklının başka bir şeye kaymasını istemediğini söyledi.”

Fısıldaşmalar yeniden başlamadan önce, oda bir anlığına sessizliğe gömülmüştü.

“Dediğim gibi, sadakatinin sınırı yok,” diye tekrarladı Hestia, soğuk bir sesle.

“Başka kadın Ölüm Yiyen yok, değil mi?” diye sordu Sturgis Podmore.

“İllâ bir kadın Ölüm Yiyen olmak zorunda değil,” diye cevapladı Snape. “Bütün Ölüm Yiyen’ler, Karanlık Lord isterse, ona eşlerini memnuniyetle takdim ederlerdi zaten. Sadece eşlerinin Voldemort’un vârisini taşıması bile, onları Voldemort’un sağ kolu olma yolunda en iyi yere taşırdı.”

Lily, içinden lanet okuyarak gözlerini kapattı. İnsanların güç ve statü için bu kadar alçalabiliyor olması çok iğrençti.

“Annenin kim olduğu gerçekten önemli mi?” diye sordu Sirius. “Bence, anneyi geçip şu velede gelelim!”

Herkes tekrar başını kaldırıp Dumbledore’a baktı.

“Çocuğu almamız gerek,” dedi Dumbledore, lafı dolandırmadan. “Onu alırsak, Voldemort’u alırız. Karanlık Prens’i yakalamak demek, Voldemort’un güvendiği önemli bir parçayı saf dışı bırakmak demek.” Dumbledore devam etmeden önce biraz soluklandı. “Bununla birlikte, onu kaçırma problemi bir yana, başka bir problemle daha karşı karşıyayız.” Tekrar James, Sirius ve Kingsley’ye baktı. “Karanlık Prens’le karşılaştığınızda sizinle birlikte olan iki Bakanlık Seherbaz’ı Liam MacArthur ve Nathan Simmons, çoktan olanları Bakanlık’a bildirdiler. Yani, Voldemort’un bir oğlu olduğu gerçeğini açıklayan resmi raporu, Bakanlık’a sundular.”

“Ah, işte bu hiç iyi olmadı,” diye söylendi Sirius.

“Bakan Fudge, Karanlık Prens’in peşine Keskin Nişancı Büyücülerden oluşan bir ekip gönderdi,” diye açıkladı Dumbledore. “Karanlık Prens’i yakalayana kadar onunla ilgili tüm bilginin medyadan saklanmasını emretti. Panik havası yaratmak istemiyor. Karanlık Prens tutuklanır tutuklanmaz bilgiyi deşifre edecek.”

“Bu neden problem teşkil etsin ki?” diye sordu Moody. “Bırakalım, Keskin Nişancılar işini yapıp çocuğu yakalasınlar! Öncelik, lanet olası çocuğu yakalamak! Kimin yakalayacağının ne önemi var?”

Dumbledore, onun gibi sakin ve soğukkanlı bir büyücüden beklenmedik bir şekilde, yerinde huzursuzca kıpırdandı.

“Karanlık Prens’i Bakanlık yakalarsa, onu hemen yok edecektir,” dedi Dumbledore, usulca. “Ondan alabildiğini almaya çalışacak, ama hiç vakit kaybetmeden de, onu Ruh Emici’lerin önüne atacaktır.” Dumbledore’un bakışları salonu taradı. “Karanlık Prens’i ilk biz yakalarsak, ondan daha fazlasını alabiliriz. Her şey yolunda giderse de, onu, Voldemort’u tek seferde alt etmek için kullanabiliriz.”

Odada oturan insanlar, ‘Voldemort’u alt etmek’ sözleri üzerine yerlerinde hareketlendiler. Şimdi pür dikkat Dumbledore’u dinliyorlardı.

“Bunu nasıl yapacağız?” diye sordu Tonks.

“Voldemort, vârisini geri almaya çalışacaktır,” diye cevapladı Dumbledore. “Oğlunun Ruh Emici’ler tarafından yok edilmediğini duyarsa, onu geri almaya uğraşacaktır. Her şeyi en iyi şekilde planladığımızda ve Neville hazır olduğunda, onu köşeye sıkıştırabiliriz.”

James, arkadaşının oğlunun ismini duyunca, içinde tanıdık bir ürperti hissetti. Harry, Peter ve Voldemort tarafından öldürüldükten sonra, kehanetin yükünün Neville’e kalmış olmasından nefret ediyordu. James, küçük oğlunun ondan nasıl alındığının hatırasıyla birlikte içinde köpüren hiddete boyun eğmemek için kendini zorladı.

Her ne kadar, kehanet hem Neville’i hem de Harry’yi işaret ediyor olsa da, Dumbledore kehanette bahsedilenin Harry olduğundan daima emindi. Harry öldükten sonra ise, Dumbledore, istemeden de olsa, yanıldığını ve Neville’in seçilmiş kişi olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştı. Neville, yeterince büyüyüp eli asa tutmaya başladığından beri özel olarak eğitiliyordu. Bu eğitimin, Lord Voldemort’u alt etmesinde ona yardımcı olması umuluyordu. James’in dikkati, Kingsley Dumbledore’a soru sorunca yeniden toplantıya çekildi.

“Asıl soru: Karanlık Prens’i nasıl yakalayacağız?” diye sordu Kingsley. “Çok güçlü ve yetenekli olduğunu kabul etmeliyim. Beş Seherbaz’la tek başına savaştı ve bu onu biraz olsun ürkütmedi bile. Onunla ilgili elimizde hiçbir şey yokken kaçırma planını nasıl yapacağız?”

“Zahmet etmeyelim, derim ben!” dedi Moody. “Bakanlık da aynı şeyle uğraşırken biz niye vaktimizi boşa harcıyoruz? Onu, Voldemort’a tuzak kurmak için yakalamak istediğini biliyorum, ama Bakanlık’a böyle bir şey yapması için baskıda bulunabiliriz.”

“Alastor, onu Yoldaşlık yakalamalı,” dedi Dumbledore.

“Ama neden?” diye karşı geldi Moody.

Dumbledore, Seherbaz’ın birbirine uymayan gözlerine bakarak bir an için durdu.

“Frank ve Alice Longbottom’a işkence edip onları öldüren kişi, Karanlık Prens’in ta kendisiydi,” dedi.

O gece, üçüncü kez, odaya derin bir sessizlik çöktü.

“Büyülü alevlerle onları ve evlerini ateşe veren oydu. Yangın onları yavaş yavaş öldürdü, onları… diri diri yakarak.” Dumbledore durdu; devam edemiyordu.

Odadaki gerginlik, elle tutulacak kadar somut bir hâl almıştı. Birdenbire herkes Voldemort’u ve Ölüm Yiyen’lerini unutmuştu. Şimdi, hepsi, Karanlık Prens’e, onlara karşı işlediği bu zalim suçun bedelini ödetmek istiyordu.

Frank ve Alice, hem Seherbaz hem de Yoldaşlık’ın birer üyesiydiler. Ölümleri Yoldaşlık’a korkunç ve derin bir darbe vurmuştu. Hayatlarına mal olan yangın kırk sekiz saatte söndürülebilmiş, Longbottom’lardan geriye ise sadece külleri kalmıştı.

Onların bu zamansız ve acımasız ölümü, tüm Yoldaşlık üyelerini derinden etkilemişti; şimdi ise, bunun sorumlusunun kim olduğunu biliyorlardı. Katili, adaletin önüne teslim etmek için her şeyi yaparlardı.

Lily, James’in elini tutmuş, içinden gelen hıçkırarak ağlama isteğiyle savaşıyordu. Frank ve Alice onların yakın arkadaşlarıydı. On beş yıl önce Harry öldürüldüğünde, Frank ve Alice onun ve James’in yanında olmuşlardı. İyi insanlardı ve böyle talihsiz bir şekilde acı çekmeyi hak etmemişlerdi.

“Ben Karanlık Prens’i öç almak için kaçırmaktan yana değilim,” dedi Dumbledore, ona bakan çoğu yüzü kaydederek. “Yoldaşlık, iki çok değerli ve iyi kalpli insanını kaybetti. Yoldaşlık, katillerini yakalayıp adalete teslim edeceklerden olmalıdır.”

Odada katıldıklarını belirten kıpraşmalar oldu.

“Ne yapıyoruz?” diye sordu Sturgis.

“Sağlam bir plana ihtiyacımız var,” dedi Remus. “Hata yapamayız.”

Diğer yarım saat, birçok stratejinin önerilmesi ve reddedilmesiyle geçti. Birdenbire, Sirius başını kaldırıp Dumbledore’a baktı.

“Bir fikrim var,” dedi; dikkati tek bir noktada toplanmıştı.

“İyi bile dayandı,” diye söylendi Snape.

Sirius ona pis bir bakış atmakla yetindi; dikkatini Dumbledore’a vermişti.

“Voldemort’un, ona karşı gelenleri öldürmesi için Karanlık Prens’i görevlendirdiğini söyledin,” diye hatırlattı Sirius. “O zaman, bu, aralarından birini kurtarması için de Karanlık Prens’i göndereceği anlamına mı geliyor?”

* * *

9. BÖLÜM 12 Ağustos 2019’da FANTASTİK CANAVARLAR’da!

Çeviren: Tuba Toraman

The post Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #8: Yakalama Planı appeared first on Fantastik Canavarlar.

Hogwarts Şatosu’nda Yaşanmış En Kötü 10 Şey

$
0
0

Hogwarts, hepimizin gitmeyi gönülden istediği bir mekân. Büyülü dersler, şatonun bulunduğu ortam ve daha birçok şey bu okulu ideal bir okul haline getirse de Harry’nin zamanında o kadar çok tehlikeli şeye ev sahipliği yaptık ki…

Kuruculardan birisinin şatonun içine dev bir yılan saklaması sanıyoruz Hogwarts Şatosu’nun kaderi hakkında birçok şey söylüyor. Harry’nin zamanındaki bu kötü belaların çoğu Voldemort ile alakalı olsa da bir kısmı dışarıdan gelen etmenlerdi ve diğer kısmı da engellenebilir durumlardı. Aslını ScreenRant sitesinin hazırladığı listeye, kendi sitemizin dilinden bir göz atalım!

10. Profesörlerin Öğrencilere Davranış Biçimleriyle İlgili Bir Kural Olmaması

Hogwarts bazen öğrenciler için fazlasıyla katı bir mekân olabilir. Okulda yerli yerinde birçok kural var ve öğrenciler, bu kurallara uymayınca ceza alabilir. Büyünün tehlikeli olabileceği göz önünde bulundurulduğunda bu kadar kural olması kulağa mantıklı geliyor. Yine de Hogwarts öğretmenleri için o kadar da kural yok gibi gözüküyor. Öğretmenler herhangi bir şey için ceza verebiliyorlar. Ayrıca öğretmenler bazı öğrencilere zorbalık yaparken bazılarına ayrıcalıklı davranması pek de sıkıntı oluşturmuyor gibi gözüküyor.

9. Bir Grup 11 Yaşındaki Çocuğun Yasak Orman’a Gönderilmesi

Hogwarts

Belaya bulaşmaktan ve ceza almaktan bahsetmişken, öğrencilere uygulanan cezaların haddi hesabı yok. Bazıları ödülleri parlatmak gibi hafif şeyler olsa da diğerleri oldukça tehlikeliydi. Örneğin, Harry, Ron, Hermione, Neville ve Draco’yu ceza olsun diye Yasak Orman’a göndermek mantık dışıydı. Üstelik başlarında büyü yapmasına izin olmayan tek bir yetişkinle köpek vardı sadece. Bunun yanı sıra öğrenciler yalnızca on bir yaşındaydı!

8. Profesör Snape’in, Neville’e Davranış Şekli

Profesör Snape öğrencilerine fazlasıyla kötü davranıyordu. Harry’ye karşı acımasızdı ve sık sık Hermione’yi aşağılıyordu. Kısaca, en sevdiği Slytherin öğrencileri dışındaki herkese karşı tam bir pislikti.

Fakat Neville’e karşı tavırları en kötüsüydü. Neville’e o kadar zorbalık etti ki çocuğun en çok korktuğu şey Snape’ti. Onu aşağıladı, iksirini kurbağasına içirdi ve sürekli azarladı. Tüm bunların yanına kalması çok saçma elbette.

7. Hagrid’in Kovulması

Bu kısım teknik olarak Voldemort ile ilgili ama aynı zamanda Hogwarts’ta olan büyük bir yanlışa da değiniyor. Hagrid, Sırlar Odası’nı açtığı için suçlandığında okuldan atılmıştı. Bu da demek oluyor ki asası kırıldı ve bir daha büyü yapamaz hale geldi. Ortaokul ya da lise öğrencisi yaşındaki bir öğrencinin tek bir hata yapıp sonsuza kadar büyü yapma yetisini kaybetmesi rezalet bir durum. Okuldan atılan öğrencilerin geri gelebilmesi ya da ikinci bir şans verilmesi için bir başka yol olmalı. Çünkü bu, o bir yaşındaki çocuklar için fazlasıyla büyük bir sorumluluk.

6. Felsefe Taşı’nı Korumak İçin Hogwarts’ın Kullanılması

Felsefe Taşı, çalmaya çalışan kişiden korumak amacıyla tutuluyor olsa da tam olarak Voldemort ile alakalı değil. Dumbledore’un, bu eşyayı Hogwarst’ta tutmaya niyetli olması hiçbir mantık teşkil etmiyor.

Her şeyden önce, o taşı koruyan büyüler tehlikeliydi ve öğrenciler –altın üçlüde olduğu gibi- bu odaya kazara denk gelebilirdi. Üstelik bu kadar rağbette olan bir nesneyi okulda bulundurmak, karanlık büyücülerin okula gelip taşı almalarına teşvik etti.

5. Bir Öğrenciye Zaman Döndürücü Vermek

Harry Potter serisinin mantığa oturmayan bir başka noktası da bu. Zamanla oynamanın ağır sonuçları olduğundan Zaman Döndürücüler’i, Büyü Bakanlığı tarafından kayıt altında tutulan tehlikeli nesnelerdir. Hermione harika bir öğrenci ve iyi bir insan olsa da on üç yaşındaki birine bu kadar güçlü bir nesne teslim edip güvenmek akıl almaz bir durumdu. Mantıklı olan Hermione’ye birkaç dersini bırakmasını söylemek olurdu, bu saçma sapan planı uygulama zahmetine girmek değil. Tabi ki Zaman Döndürücü, kitabın konusuna katkı sağlamak için gerekliydi ama dayandığı temek saçmalıktı.

4. Hogwarts Nina Sistemi

Hogwarts

Serinin birçok hayranı, Hogwarts bina sisteminin fazlasıyla tuhaf olduğuna dikkat çekti. Her şeyden önce bu sistem, öğrencileri okulun diğer dörtte üçünden nefret etmeye teşvik edip gereksiz rekabet yaratıyor. Ayrıca, binalardan birisi, resmen şeytani sosyopatlarla dolu. Slytherin’in karanlık cadı ve büyücüleriyle ünlü olması, bu binanın varlığını sorgulamamıza neden oluyor.

3. Hogwarts’ın Köle Kullanıyor Olması

Hogwarts

Harry Potter evrenindeki ev cinlerinin varlığı fazlasıyla problemli ve sıkıntılı bir durum. Bunun ne kadar kötü olduğunu gören ve bu konuda bir şeyler yapmaya çalışan yalnızca Hermione’ydi. Harry ve Ron bile, Hogwarts’ın temizlik ve yemek yapma işi için köleler kullanıyor olmasında bir sıkıntı görmüyor gibi. Köle olarak yaşamak isteyen insansı varlıkların ırkı, başlı başına sıkıntılı bir durum.

2. Üçbüyücü Turnuvası

Üçbüyücü Turnuvası’nın konsepti oldukça ortaçağdan kalma. Tüm Büyücü Dünyası’nın böylesine barbar bir yarışmayı sorun olarak görmüyor olması berbat bir durum. Turnuva, Büyücü Dünyası’nda yetişkin sayılsalar bile aslında küçük yaştaki öğrencileri alıp fazlasıyla tehlikeli bir süreçten geçmelerini bekliyor.

Tabi ki öğrenciler bu turnuvaya katılıp katılmayacaklarına kendileri karar verebilir fakat turnuvada insanların ölüyor olması ve bunun olabilirliğinin kabul edilişi tuhaf bir durum.

1. Dolores Umbridge

Voldemort’la alakalı şeyler dışında Dolores Umbridge, Hogwarts’ın başına gelen en iğrenç şey. Umbridge, sadist ve zalim birisiydi. Herkesi dehşet bir şekilde tehdit etti ve kelimenin tam anlamıyla öğrencilere fiziksel istismar uyguladı. Ceza olarak ellerinin arkalarına kelimeler kazınmasına neden oldu. Daha sonradan Voldemort’un Büyü Bakanlığı’nda çalışmaya devam ediyor olması ve Muggle- doğumluları bulup cezalandırmaya azmi açıkça bir şeytan olduğunu gösteriyor.

Bunlara ek olarak birkaç şey eklemek gerekirse: İhtiyaç Odası’ndaki tüm o nesne yığınından okulun içine erişim sağlayan dolaba ne demeli? Ya da Filch’in tüm öğrencilerden nefret edip bulduğu her fırsatta onları tehdit etmesi? Her sene Karanlık Sanatlara Karşı Savunma dersinin profesörlerinde sorun olmasına rağmen denetimin yeterli olmaması?

Kısacası, Hogwarts her ne kadar büyüleyici bir yer olsa da bir o kadar da tehlikeli. Ama tabi ki bu durumlar orada olma arzumuzu azaltmıyor. Peki, bu konuda sizin düşünceleriniz neler? Sizce Hogwarts’ın başına gelen başka kötü durumlar var mı? Yorumlarınızı bizimle paylaşın!


* TEST: Gizemlerle Dolu Hogwarts Şatosu’na Ne Kadar Hakimsiniz?

* Hogwarts’ın Gizli Geçitlerini ve Saklı Yerlerini Keşfetmeye Hazır Olun!

* Hayallerimizi Süsleyen Hogwarts Şatosu Beyaz Perdeye Nasıl Aktarıldı?

The post Hogwarts Şatosu’nda Yaşanmış En Kötü 10 Şey appeared first on Fantastik Canavarlar.

Harry Potter ve Felsefe Taşı’nın İlk Baskısı 28 Bin Sterlin’den Alıcı Buldu

$
0
0

Harry Potter

Harry Potter ve Felsefe Taşının üzerinden yıllar geçti. Ancak hem seri hem de serinin fitili ateşleyen ilk kitabın değeri hiç azalmadı. Sizlerle geçtiğimiz ay Felsefe Taşı’nın nadir kopyalarından birisinin açık artırmada satışa çıkacağını duyurmuştuk. İşte o kitap tam 28 Bin 500 Sterlin’e (188 Bin TL) alıcı buldu.

Derbyshire’daki Hansons Müzayede Evi’nde düzenlenen açık artırmada 28 Bin 500 Sterlin’e satılan bu nadide kopya, adını paylaşmak istemeyen bir Potter hayranı tarafından alındı.

30 Temmuz 1997 tarihinde Bloomsbury tarafından toplamda 500 adet basılan ve içindeki kimi yazım hataları nedeniyle şimdilerde hayli değerli olan kopya böylece yeni sahibine kavuşmuş oldu.

Kitap uzmanı Jim Spencer tarafından “kutsal kase” olarak adlandırılan kitap kopyasının, £20.000 ve £30.000 arasında bir getiri sağlaması bekleniyordu. Bu satışla birlikte neredeyse Spencer’ın tam olarak beklediği paha biçilmiş oluyor.

Harry Potter ve Felsefe Taşı

Kitabın önceki sahibi, eseri tatilde hafif okuma niteliğinde bir kitap ararken 1 Avro ödeyerek almış.

Staffordshire’da bir müşterisinden kitaplarına değer biçmesi için çağrılan Spencer’ın ilk açıklamaları şöyleydi:

“Onu ilk gördüğümde şaşkınlıktan nefessiz kaldım. Neredeyse her hafta, ellerinde ilk Harry Potter basımı olduğunu söyleyen insanlardan çağrılar alıyorum, hepsi de saniyeler içinde ekarte edilebiliyor.

Kitabın eski sahibi ise şu şekilde konuşmuştu:

“O zamanlar bunun hiçbir şey olduğunu düşünmedim. Kitabı okudum, aslında tüm seriyi okudum ve sonra da yıllardır durduğu bir dolaba attım.”

J.K.Rowling’in imzasını da taşıyan bir başka kopya, zamanında 68.000 Avro’ya satılmıştı.

Hansons Müzayede Evi’nin Medya ve Reklam Sorumlusu Jill Gallone’un yaptığı açıklamaya göre kopyanın eski ve yeni sahiplerinin satıştan memnun olduğu söyleniyor.

Böyle bir hazine bulmak gerçekten de zor bir ihtimal. Öyle ki Felix Felicis içip sahafların arasına dalmak şansınızı belki biraz artırır. Ama o bile garanti değil.

Siz ne dersiniz? Sizin de elinizde böyle nadir kopyalar var mı? İmzalı bir ilk baskı için ne kadar parayı gözden çıkartabilirdiniz?

Yorumlarınızı bizlerle paylaşmayı unutmayın!

Kaynak: The Leaky Cauldron

* * *

* Jim Kay, Zümrüdüanka Yoldaşlığı’nın Resimli Baskısı İçin Çizimlere Başladı

* Harry Potter’ın En Tuhaf 7 Rüyası

The post Harry Potter ve Felsefe Taşı’nın İlk Baskısı 28 Bin Sterlin’den Alıcı Buldu appeared first on Fantastik Canavarlar.

Karanlık Prens –İçimdeki Karanlık #9: Yapılmış En İyi Plan

$
0
0

Karanlık Prens - İçimdeki Karanlık #9: Yapılmış En İyi Plan

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

6. BÖLÜM

7. BÖLÜM

8. BÖLÜM


Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin dokuzuncu bölümü!

bölüm 9

Yapılmış En İyi Plan

Ağustosun ortalarına yaklaşıldığından havalar git gide soğumaya başlamıştı. Harry, arazinin ortalarına doğru yol alırken ellerini örtmek için cüppesinin kollarını çekiştirdi. İyi bir gün geçirdiği söylenemezdi. O sabah, babasına talihsiz bir haber getiren Ölüm Yiyen’ler sağ olsun, şiddetli bir baş ağrısıyla uyanmıştı. Üstelik tüm sabahını Bella’yı arayarak geçirmiş, sonunda da onun bir baskına gönderildiğini öğrenmişti.

“Tipik!” diye homurdandı, alçak sesle.

Gümüş maskesi, cüppesinin cebinde gizliydi. Takmasına gerek yoktu; Harry’yi uykusundan uyandıracak kadar kötü olan bu haber her neyse, babası öğrenir öğrenmez, Ölüm Yiyen’leri emriyle baskına göndermişti.

İdman alanına doğru hiç durmadan yürüdü. Yapacak hiçbir şey olmadığından zamanını idman yaparak geçirmenin en iyisi olacağını düşünmüştü. Daha alana ulaşamamıştı ki, kulağına bir ses geldi. Sürünme sesiydi; arazinin üzerine dökülmüş yapraklar, üzerinden biri ya da –muhtemelen–  bir şey geçiyormuş gibi hışırdıyordu. Harry ne olduğunu anlamıştı. Ona doğru sürünerek gelen devasa yılanı selamlamak için yavaşça yerinde döndü.

“Nagini,” diye tısladı Çataldili’nde.

“Genç Efendi,” diye tıslayarak cevap verdi yılan.

Birkaç adım önünde duran devasa yılana doğru yürüdü Harry. Nagini devasa başını kaldırmış, oturduğu yerden genç efendisine bakıyordu. Harry, elini uzatıp yılanın başını nazikçe okşadı. Onu, neredeyse Lord Voldemort’u sevdiği kadar seviyordu. Babası, Harry’ye, reşit olduğunda onun gibi bir yılan alacağına söz vermişti. İki hafta önce ise, Harry on altı yaşına basmıştı, ama diğer geçmiş doğum günleri gibi, bu da kutlanmamıştı elbet. Kutlanacak tek doğum günü, reşit olacağı on yedinci yaş günü olacaktı.

“Burada ne arıyorsun? Sen genelde karanlık çökmeden bir yere çıkmazsın,” diye sordu Harry, Çataldili’nde.

“Acıktım, o yüzden ufak… bir şeyler atıştırayım dedim,” diye tısladı yılan.

Harry, belli belirsiz yüzünü buruşturdu; Nagini’nin ufak atıştırmalıkları genelde normal standartların üzerindeydi. Yakınlarındaki çok sayıda at, inek, koyun gibi çiftlik hayvanlarının kaybolmasından Nagini sorumluydu. Birkaç sefer insan atıştırdığı da olmuştu, ama Harry bu kısmı düşünmemeyi yeğledi.

Daha bir şey söyleyemeden, Harry yara izinde keskin bir acı hissetti. Elini alnına götürmüş, parmaklarıyla ovarak acının şiddetini azaltmaya çalışıyordu. Yara izinde aniden patlak veren yakıcı acı, bir anlığına gözlerini kör etti. Gözlerinde beliren beyaz lekeler yüzünden gözlerini kırpıştırdı ve malikâneye giden yola döndü.

“Neler oluyor acaba?” diye söylendi, kendi kendine.

Nagini’yle vedalaşıp malikânenin yolunu tuttu. Acı, geldiği hızla gitmişti. Genelde, Voldemort’un sakinleşmesi biraz zaman aldığı için, Harry acıdan geriye kalan hafif zonklamalara alışkındı.

Babasının şahsi alanına açılan kapılara varana kadar Harry durmadı. Kapıyı bir kez tıklattı ve sessizce içeri girdi. Babasını, yüksek arkalıklı sandalyesinde düşüncelere dalmış halde buldu. Harry’ye, başını kaldırıp bakmadan, gelmesini işaret etti.

“Bir sorun var,” diye konuştu Voldemort, usulca. “Az önce bir imdat çağrısı aldım.”

“Kimden?” diye sordu Harry.

Voldemort başını kaldırıp gözlerini Harry’ye dikti.

“Bella.”

Harry’nin gözleri şokla açıldı. Kalbi sıkıştı, karın boşluğunda bir panik dalgası hissetti.

“Çağrı nereden geldi?” diye sordu, vakit kaybetmeden.

Ancak, Voldemort yerinden kalkarak başını iki yana salladı.

“Fark etmez. Artık orada olmayacaktır.” Voldemort, müritlerini kaybetmiş olmanın hiddeti ve can sıkıntısıyla yanıp tutuşan kırmızı gözlerini Harry’ye dikti. “Onu ve diğerlerini nereye götüreceklerini öğrenmeyi bekleyeceğiz. Aralarında tutuklanmamayı başaran Ölüm Yiyen’ler olup olmadığını bilmiyorum,” diyerek gürültülü bir şekilde iç çekip burnundan soludu. Adamlarının nereye götürüldüğünden habersizdi. Bakanlık, Ölüm Yiyen’leri, Britanya’daki herhangi bir büyücü hapishanesine götürebilirdi. Hatta Bakanlık’ın kendisinde bile tutabilirdi. “Nerede tutsak edildiklerini öğrenir öğrenmez, onları nasıl kurtaracağımızı planlayabiliriz,” dedi.

“Ya onu tutuklamazlarsa?” diye sordu Harry. Bakanlık’ın, Bella’ya da Voldemort’a verdikleri hükmün aynısını verdiklerini biliyordu; yakalanması halinde Ruh Emici’ler tarafından öpülecekti.

Voldemort, derin derin düşünerek uzaklara daldı.

“Hiçbir şey yapmıyoruz,” dedi sonunda. Harry’nin yüzünden geçen şok ifadesini gördü. “Bella, aldığı risklerin farkındaydı,” diye sözlerine devam etti, usulca. “Karanlık İşaret’i aldığı an, bütün bunları kabul etti. Bana katılmasının bedelini bir gün ödeme ihtimali olduğunu biliyordu. Kaderini kabullenecektir.”

Harry’nin yeşil gözleri öfkeyle parladı.

“Ben bunu kabul etmiyorum!” dedi.

“Harry…”

“Onu kaybetmeyeceğim,” diye belirtti Harry. “Bu baskına onunla birlikte hatırı sayılır sayıda Ölüm Yiyen’in gitti. Eğer oturur bir şey yapmazsan, hepsini kaybedersin.” Diğer Ölüm Yiyen’ler umurunda bile değildi; tek önemsediği, Bella’ydı.

“Başka Ölüm Yiyen’ler bulabilirim,” dedi Voldemort, umursamayarak.

“Ya Bella?” diye sordu Harry.

Voldemort sessizleşti. Bellatrix, yetenekli bir cadıydı; cesur ve asildi. Onun yerini dolduracak birini bulamayacağını biliyordu.

“Bu, hiç istemediğim bir kayıp…” diye başladı Voldemort.

“O zaman,” diye araya girdi Harry, “bana çağrının nereden geldiğini söyle. Hâlâ orada olabilir. Onu alıp geri getirebilirim.”

Voldemort, bir an için Harry’ye bakakaldı.

“Seni riske edemem,” dedi. “Orada çok sayıda Seherbaz vardır. Onlarla tek başına başa çıkamazsın.” Voldemort, Harry’nin iyi bir savaşçı olduğunu biliyordu, ama düşmanın sayısı fazla olursa Harry başaramazdı.

“O zaman onlarla savaşmam,” diye temin etti Harry. “Basitçe onu alır çıkarım.”

Voldemort, Harry’nin çocukça stratejisini komik bulup gülümsedi.

“Bu işin basit hiçbir tarafı yok.”

Harry omuzlarını silkti.

“Nerede, baba?” diye zorladı.

Voldemort, ikna edilmiş görünüyordu. Ama Bella’yı kaybetmek de, oğlunu riske atmak da istemiyordu. Gerçi, Harry’nin vazgeçmeyeceğinin de farkındaydı. Bunu gözlerinde görebiliyordu. Ona doğru yürüyerek, iki elini de oğlunun omuzlarına koyup derin derin gözlerine baktı. Harry, Bella’yı kurtarmasında gerekli tüm bilgiyi alabilmek için Zihinbend’i memnuniyetle kabul etti. Harry gözlerini kapatınca bağlantı koptu. Yüzünde küçük bir gülümsemeyle babasına döndü.

“Teşekkür ederim, baba,” dedi usulca ve aceleyle çıkmak için yerinde döndü.

“Harry,” diye seslendi Voldemort, ona.

Harry, kapıya gelince dönüp baktı.

“Bella’yı al ve hemen geri dön. Sakın kimseyle vakit kaybetme.”

“Tamam, baba,” diyerek gülümsedi Harry, kapıların arkasında kaybolmadan önce.

* * *

Harry, eski bir binanın önüne Cisimlendi. Burası, daha önce bir çelik fabrikasının bulunduğu terk edilmiş bir sanayi bölgesine benziyordu. Harry hızla çevreyi kolaçan etti. Her yerde mücadele edildiğinin kanıtları vardı. Girişte, kanlar içinde yatan bir cesedi görebiliyordu.

Harry, gümüş maskesini düzgünce yüzüne yerleştirip binanın içine doğru ilerledi. Her ne kadar etraf boş görünse de, içeriye sürünerek girdi. Uzakta bir yerlerden bağırışlar duyuluyordu; yıkık binanın üst katlarından geliyor olmalıydı. Az sayıda bulunan gölgelere sığınarak sessizce merdivenlere yöneldi. Birinci kata ulaştığında çatışmanın hâlâ devam ettiğini gördü. Her yerde cesetler vardı. Cesetlerin çoğu da, maskeli Ölüm Yiyen’lere aitti. Harry alçak sesle küfretti. Hızlıca odayı geçti ve yıkılmış bir duvarın yanına gizlendi. Zümrüt yeşili gözleri etrafta Bella’yı arıyordu.

Köşede yatmakta olan Bella’yı fark etti. Cüppesi yırtılmıştı ve yüzü kanla kaplıydı. Harry ona bakarken içinde patlamak üzere olan korkunç bir öfke hissetti. İçinde bastırdığı öfke yüzünden tüm vücudu titriyordu. Ses çıkarmadan kalkıp elinden geldiğince çaktırmadan yatan bedene doğru ilerledi.

Ona hızla ulaşıp dizlerinin üzerine çökerek parmağını nazikçe boynuna bastırdı.

“Lütfen ölmüş olma!” diye fısıldadı, kendi kendine. Nabzını hissetti ve rahatlayarak derin bir oh çekti. “Bella!” diye fısıldadı.

Bella gözlerini açtı ve tuhaf bir biçimde Harry’ye kocaman sırıttı.

“Selam, güzellik!”

Harry, bedenden geriye doğru zıpladı. Yüzü Bella’nındı ama sesi, erkek sesiydi; tanıdığı bir ses. Bella yerinde doğrulup oturdu ve Harry’nin şoka girmiş yüzüne bakıp gülümsedi. Harry, sahte Bella’ya asasını doğrultup hızla ayağa fırladı. Birdenbire, onca itiş kakış sesinin bir anda kesildiğini ve az önce yatan cesetlerle etrafının tamamen çevrilmiş olduğunu fark etti.

* * *

Voldemort, ayağının dibinde Nagini ile odasında oturuyordu. Aklı Harry’deydi ve bir şeylerin fena halde ters gittiği hissini içinden atamıyordu. Stresten ağrıyan başının acısını dindirme gayretiyle gözlerini yumdu. Bakanlık’ın, Ölüm Yiyen’lerini nasıl olup da yakalamayı başardığını bir türlü anlamıyordu. Öncelikle, aldığı çağrı, baskının olması gerektiği noktadan başka bir yerdeydi. Ama Voldemort bunun bin bir tane açıklaması olabileceğini biliyordu. Belki, Bella başka bir yere Buharlaşmaya çalışmış, ardından takip edilmiş ve pusuya düşürülmüş olabilirdi.

Kapı vurulma sesinin tüm odada yankılanmasıyla, başını kaldırdı. Elinin bir hareketiyle kapıları açtı ve arkasında küçük bir Ölüm Yiyen ordusuyla Bella’nın geldiğini gördü. Hepsinin yüzleri zafer kazanmış bir edayla gülümsüyordu. Hiçbiri, uzaktan bakınca bile yara almışa benzemiyordu. Onlar efendilerinin önünde diz çökerken, Voldemort’un bakışları yalnızca tek kadın Ölüm Yiyen’e dikilmişti.

 

“Efendim, baskın başarıyla gerçekleştirildi,” diye gülümseyerek bildirdi Bella.

Voldemort’un parçaları birleştirmesi kısa bir anını aldı.

“Hayır!” diye kükredi; kırmızı gözleri kısılmaktan çizgi halini almıştı. “Hayır! Hayır! Hayır!”

Voldemort şimşek hızıyla ayağa kalktı ve siyah saçlı kadının önünde belirdi.

“Efendim?” Efendisi aniden önünde belirince korkudan nefesini tutmuştu.

Voldemort Bella’yı kollarından tuttu; parmakları etini deliyordu, ama Bella ses çıkaramayacak kadar korkmuştu.

“Onu geri getir! Onu derhâl geri getir!” diye hırladı ona.

Bella yalnızca başını sallayabildi. Efendisinin neden bahsettiği konusunda en ufak bir fikri yoktu. Kimi kastediyordu? Yine de, taşlaşmış haline rağmen, sesindeki telaşı fark etmişti ve bu, onu her şeyden çok korkutuyordu. Yüreği, ona, Harry’den bahsettiğini söylüyordu. Onun başının belada olduğu düşüncesiyle midesi ters takla attı.

Voldemort’un hiddetle parlayan kırmızı gözleri Bella’nınkilerle buluştu ve ona en hızlı biçimde bilmesi gereken her şeyi gösterdi. Ona, Harry ile aralarında geçen konuşmayı ve imdat çağrısını alınca onun yardıma ihtiyacı olduğuna inandıkları anı gösterdi. Çağrının geldiği ve farkında olmadan Harry’yi tuzağın içine gönderdiği adresi verdi.

Voldemort zihninden çıktığında, Bella serseme dönmüş görünüyordu. Tek bir kelime etmeden Ölüm Yiyen’lere döndü ve onu takip etmelerini işaret edip hızla odayı terk etti.

Voldemort odanın ortasında durmuş, tüm gücüyle hiddetini uzaklara ulaştırmaya çalışıyordu. Harry’nin en iyi şekilde odaklanmaya ihtiyacı olduğu an, bu andı.

* * *

 

Harry etrafına bakındı ve etrafının en az on Seherbaz tarafından sarılmış olduğunu ve hepsinin de asalarının ona doğrultulmuş olduğunu gördü. Adamların, Ölüm Yiyen maskelerini ve siyah cüppelerini çıkartmış olduklarını ve içlerinde olan Seherbazlık cüppelerinin ortaya çıktığını fark etti. Harry, yerde yatan cesetlerle aptal yerine konduğunu anladı. Ölüm Yiyen değil, Ölüm Yiyen taklidi yapan Seherbaz’lardı. Sahte Bella, gürültülü bir kahkaha atarak dikkatini çekti.

Harry içinin hiddetle yanıp tutuştuğunu hissetti. Gözlerinin önünde Bella’nın yüzü ve bedeni yavaş yavaş uzun ve siyah saçlı Sirius Black’e dönüşüyordu. Meşhur Seherbaz, dalgalı saçlar gözlerinin önünden çekilirken Harry’ye bir kez daha kocaman gülümsedi ve Harry öylece bakakaldı.

“Ah, Prens, ne iyi ettin de geldin. Tüm gün sevgili kuzenim gibi giyinmek zorunda kalacağımdan endişelenmeye başlamıştım.” Asasını çıkardı ve doğrudan Harry’nin göğsüne doğrulttu. “Şimdi, uslu bir çocuk ol, asanı bırak ve ellerini görebileceğimiz şekilde kaldır.”

Harry onu duymazdan geldi ve onun yerine, çevresini sarmış Seherbaz’lara göz atmak için yerinde döndü.

James, maskeli çocuğun gözlerinin, etrafındaki Seherbaz’ları tarayışını izledi. Yeşil gözler, onunkilerle buluştu ve tüyleri yine diken diken oldu. Maske yüzünden çocuğun gözlerini doğru düzgün göremiyordu, ama çocukta ve gözlerinde James’in aklını başından alan bir aşinalık vardı.

Harry, son Seherbaz’a da bakıp yüzünü tekrar Sirius’a döndü.

“On bire bir,” dedi, derin düşüncelere dalmış bir halde. “Bu kadar yetenekli olduğunu düşünmemiştim,” diye alay etti Sirius’la.

Birkaç yüzün kızardığını ve asalarının ellerinde belli belirsiz titrediğini zevkle izledi Harry. Kendi kendine gülümsedi. Eliyle, çok yavaşça, cüppesinin yeninde gizlenmiş ikinci asasına uzanıyordu. Ona ihtiyacı olacaktı.

“Asanı indir,” diye talimat verdi, başka bir Seherbaz; ama Harry onu da duymazdan geldi. Gözleri, Sirius’a kitlenmişti.

“Bunu nasıl yaptığını söyler misin?” diye sordu Harry, kolundaki asayı yavaşça indirirken ve ona yol göstermesi için sihrini kullanırken dikkat dağıtmaya çalışıyordu.

“Neyi nasıl yaptığımı?” diye sordu Sirius.

“Bella’dan sahte bir çağrı göndermeyi nasıl başardın?” diye tısladı Harry, hiddetle; sözler, sıkılmış dişlerinin arasından çıkmıştı.

“Ha, o mu?” diyerek güldü Sirius. “Çok kolay oldu gerçekten, tabii elimde bu olduğu için.” Küçük bir yüzük tutuyordu.

Harry, yüzüğe dikkatlice baktı ve Bella’nın yüzüğü olduğunu fark etti. Yanılıyor olamazdı. Yüzüğün üzerinde Black ailesinin arması vardı. Bu yüzük, Bella’ya ailesinden yadigârdı.

Harry neler olduğunu anlamaya çalıştı. İmdat çağrısının genelde pek detay vermediğini biliyordu. Çünkü çağrıyı yapan kişinin detay vermeye pek vakti olmazdı. Verilen genellikle yer ve durum bildirisiydi. Çağrıyı yapan kişinin kimliği ise, isminin kayıtlı olduğu asa ile ya da aile arması gibi kişisel bir işaret taşıyan özel bir eşya ile tespit edilirdi. Diğer bütün Ölüm Yiyen’ler gibi, Bella’nın asası da, Bakanlık tarafından izlenmemesi için değiştirilmişti; o zamandan beri, yüzük onun kimliği haline gelmişti. Babası, yüzüğün Sirius’ta olduğunu ve Sirius’un onu böyle bir plan için kullanacağını tahmin edemezdi, elbet; o yüzden de, imdat çağrısının Bella’dan geldiği konusunda şüpheye düşmemişti.

“Yüzüğü çaldın, yani,” dedi Harry, onu küçümseyerek. “Daha ne kadar alçalabilirsin, Black?” diye sordu.

“Aslında ben hiçbir şey çalmadım! Bu yüzük bana ait. Bella’nın kuzeni olmam ve yüzüğe sahip olmam bir yana, yalnızca, yüzüğü şimdiye kadar kullanma ihtiyacı hissetmemiştim,” diyerek sözlerini bitirdi Sirius, gözlerini çocuktan ayırmayarak.

“Ya Çok Özlü İksir?” diye sordu Harry.

“Bella’nın geride kalan eşyalarından aldım. İyi ki, eşyalarını saklamışım, bu sayede onun kılığına girebildim. Bu zamana kadar bir işe yaramamışlardı, gerçi.” Sirius, artık, Harry’ye birkaç adım daha yaklaşmıştı. “Artık soruların bittiyse, seni tutuklayabiliriz, değil mi?”

Harry cevap vermedi. Kingsley, çocuğun cevap vermemesi üzerine, adım adım ona doğru ilerledi.

“Sakın aptalca bir şey yapma. Her birimizle baş edemeyeceğinin farkındasın,” dedi Kingsley.

Harry, bir eli gizlice ikinci asasını tutarken, yüzünü ona döndü. Maskesinin altındaki yüzü gülümsüyordu.

“Öyle mi?” dedi, alaycı bir şekilde.

Harry, çevik bir hareketle, Kingsley’yi yakasından tuttuğu gibi geriye savurdu. Çevresindeki Seherbaz’lardan bir dizi lanet üzerine yağarken Harry’nin mavi kalkanı etrafını sardı. Seherbaz’lar saldırılarına bir anlık ara verip ona doğru koşmaya başladığında ise, ikinci asasını çıkardı.

Risk alıp kalkanını indirdi ve iki asayı da yere doğrulttu.

“Momentum Expur!”

Zemin bir anda depremle sallanıyormuşçasına sarsıldı. Seherbaz’lar bunu beklemiyordu ve çoğu, sarsıntının gücüyle yere devrildi. James, Kingsley ve Sirius ayakta kalmayı başaran tek Seherbaz’lardı; ama her ne kadar ayakta kalmayı başarmış da olsalar, sarsıntı yüzünden çocuğu hedef alamıyorlardı. Karanlık Prens, bir asasını yere doğrultmaya ve sarsıntı devam etsin diye enerji dalgaları göndermeye devam ederken, diğer asasını etrafına bir çember çizmek için kullandı. Seherbaz’lar afallamış bir halde izlerken, ikinci asadan çıkan büyü, çocuğun da içinde bulunduğu zemini mükemmel bir daire şeklinde kesmişti. Gözlerinin önünde, Karanlık Prens aşağı kata düşerek gözden kayboldu. Zeminde bir delik açmış ve üç saniyeden az bir sürede giriş katına inmeyi başarmıştı.

Karanlık Prens’in aşağı kata doğru kaybolmasıyla yerdeki sarsıntı da durdu. On bir Seherbaz da, ayaklarının üzerinde doğrulmadan önce şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Aşağı kata açılan delikten ilk atlayan, James oldu.

‘İki farklı büyüyü aynı anda nasıl oldu da yapabildi? Bu imkânsız!’ diye düşündü James, alt kata düşerken.

Yere iner inmez, kapılara doğru koşmakta olan çocuğu fark etti.

“Sersemlet!” James’in laneti çocuğa doğru uçtu; ama çocuk lanetin yolundan çekildiği için onu vurmayı başaramadı.

Ekibin geri kalanı da kısa sürede James’e katıldı ve her biri çocuğa ardı ardına lanetler yollamaya başladı.

Harry, siper almak için, kendini yıkılmış bir duvarın kalıntıları arkasına attı. Ninja yıldızlarını çıkarırken oraya dayandı. Asalarını, biri kolunun yeninde, diğeri de belinde olan gizli bölmelere yerleştirdi. Elinde iki yıldızla dikkatlice köşeye yakın bir yere doğru ilerledi. Yalnızca bir anlığına başını kaldırdı; şimdi, Seherbaz’ları net görebildiği bir yerdeydi. Kırmızı ve sarı ışık seli ona doğru gelirken korunmak için başını eğmek zorunda kaldı. Çok kısa bir anlığına başını kaldırıp bakabilmiş olsa da, ona en yakın iki Seherbaz’ın yerini kaydedebilmişti. Derin bir nefes aldı ve kendini saklandığı yerden atarak yıldızları iki Seherbaz’ın bulunduğu yöne doğru fırlattı.  Bıçaklar, gafil avlanan hedeflerini vurdu ve her iki adam da yere yığıldı; bıçaklar, göğüslerine derinden saplanmıştı. Daha çok lanet üzerine yağarken, Harry hızla yıkılmış duvarın arkasına yeniden sığındı. Bir sersemletme ile bir silahsızlandırma büyüsünün arasında gönderilen iki yeşil ışıktan son anda kaçmayı başardığını fark etti. Üzerine Öldüren Lanet yolluyorlardı.

Zayıf kalıntıların arkasında saklanırken, Seherbaz’lardan birinin haykırışını duydu.

“Yapmayın! Ona canlı ihtiyacımız var! Yalnızca sersemletin! Öldürmeyin!”

Harry, sesin James Potter’a ait olduğunu fark etti.

Ona doğru yaklaşmakta olan ayak seslerini duydu ve burada daha fazla saklanamayacağını anladı. Duvar, iyiden iyiye çökmek üzereydi. Harry’nin gözleri deli gibi etrafını taradı; ona yardım edecek bir şey bulmaya çalışıyordu. Solunda, binanın başka bir bölümüne açılan bir kapı olduğunu fark etti. Kapı, menteşelerinden sallanıyordu ve kapının olduğu yerde kırık cam parçaları vardı. Kendi kendine sırıttı.

Harry, kendini topladığı gibi iki asasını da kınından çıkardı. Seherbaz’ların yaklaştığının farkındaydı.

“Sayıca üstünüz!” diye seslendi Kingsley. “Oyunlarına bir son ver ve sessizce teslim ol. Sana bir zarar gelmeyeceğine söz veriyoruz.” Kingsley, çocuğu ikna etmeye çalışıyordu.

Harry, kahkaha atarak yüksek sesle cevapladı.

“Oyun oynayan sizlersiniz. Ben size nasıl kazanıldığını gösteriyorum.”

Harry, sözlerinin üzerine, ona en yakın üç Seherbaz’a lanetler göndererek hızla odayı geçti. Sirius ve James, çocuğun, gönderilen lanetleri nasıl iki asayla savuşturduğunu izledi. Hedeflerini tutturmuş, üç Seherbaz’ı da bilinçsiz bir halde yere yığmayı başarmıştı. Harry koşmaya devam etti. Arkasından gelen ayak seslerini duyabiliyor ve onu az farkla ıskalayan büyülerin etrafında uçuştuğunu hissedebiliyordu. Harry, bir sersemletme büyüsü hızla ona doğru gelirken tam zamanında sağa döndü. Ardından, başka bir beden kilitleme büyüsünden kaçınmak için hızla sola döndü. Kırık cam parçalarının olduğu kapıya git gide yaklaşıyordu.

“Accio cam kırıkları!” diye bağırdı, kapıya doğru koşmayı sürdürürken.

Cam kırıkları havada süzülüp doğrudan Harry’ye doğru uçmaya başladı. Camlar ona ulaşamadan önce, Harry kendini yere atıp çıkışa doğru yuvarlandı. Şimdi, cam kırıkları, Harry’nin arkasından gelen Seherbaz’lara doğru uçuyordu.

Üç Seherbaz da yere düşerken, Harry onların acıyla ulumalarını duydu. Kendini yerden kaldırdı ve diğer odaya doğru koştu. Daha önce bulunduğu odayı zar zor tanıdı. Metal merdivenleri gördü ve hızla oraya yöneldi. Geride üç Seherbaz kalmıştı ve yaralı olanlar da hâlâ tehdit oluşturuyordu.  Buradan bir an önce çıkması gerektiğini biliyordu.

Birinci kata, Bella’nın kılığına girmiş Sirius’u bulduğu yere geri döndü. Öncesinde tırmandığı merdivenleri tanıdı ve hızla oraya doğru koştu. Merdivenleri tırmanmaya başladı ve aniden bir el onu ayağından yakalayıp aşağı doğru çekmeye başladığında, metal merdivenin neredeyse başına gelmişti. Elindeki asalardan biri elinden fırladı ve tahta çubuk boşluğa düşüp gözden kayboldu. Harry, onu ayağından yakalayıp aşağı çekenin Kingsley olduğunu gördü. Aşağı doğru çekilirken basamaklara sımsıkı tutunuyordu. Ayağını kurtarabilmek için yapabildiği kadar hızla silkelendi. Ayağıyla Kingsley’nin yüzüne sertçe vurmaya çalışıyordu. Kingsley’nin ayak bileğini tutan elleri gevşeyene kadar vurmaya devam etti. Harry, Seherbaz’ın kavrayışından kurtuldu ve merdivenin tepesine ulaşmayı başardı. Kingsley, sersemlemiş bir halde sırt üstü yere düştü; düştüğü yerde, kırılan burnundan şarıl şarıl kan geliyordu.

Harry başka bir kapıya doğru koştu ve kendini, binanın arka kısmı olduğunu düşündüğü bir yerde buldu. Fabrikanın zamanında yeniden inşa edilmesine uğraşıldığı ortadaydı. Harry, terk edilmiş yapı iskelesini ve döşeme tahtalarının olmadığı koridordaki açıklığı seçebiliyordu. Az önce tırmandığı merdivenlerden ayak sesleri geldiğini duydu ve arkasına baktı. Kaçmak için en iyi şansının zemin kattan geçtiğini biliyordu, ama Seherbaz’lar buradan sağ çıkmasına izin vermezlerdi. Harry, çatıya çıkıp en yakın binanın çatısına zıplayarak oradan kaçmaya karar verdi.

Başka bir merdivene doğru koşuyordu ki, dışarıda bir yerlerden gelen bağırışlar ve çığlıklar duydu. Binanın penceresiz bir bölümünden durup baktığında, Harry, on kadar maskeli Ölüm Yiyen’in binaya yaklaşmakta olduğunu gördü. Babasının adamlarını asaları çekilmiş, düelloya hazır halde gelirken gördüğünde derin bir oh çekip gülümsedi. Ölüm Yiyen’ler buradaydı, yardıma gelmişlerdi. Kararını değiştirdi; merdivenlere dönmenin güvenli bir yolunu bulmak zorundaydı.

Kırmızı bir ışık süratle ona doğru gelirken son anda yoldan çekildi. İrkilen Harry döndü ve Sirius’un asasını ona doğrulttuğunu gördü.

“Artık gidecek bir yerin yok, çocuk,” dedi Sirius, pis pis sırıtarak. “Hemen asanı indir,” diye emretti.

Harry, cevap olarak, asasını daha da sıkı tuttu ve ona doğrultulan asanın menzilinden çekildi. Sirius daha ağzını açamadan, Harry hızla atılıp ona saldırdı. Ayağıyla Sirius’un midesine vurdu ve onu binanın diğer kısmına uçurdu. Sirius yere kapaklanırken acı içinde inledi. Döşeme tahtanın ağırlığının, altında titrediğini hissetti.

Harry yaklaşırken Sirius ayağa fırladı. Çocuğu tutmak için hamle etti, ama Harry’nin yüzüne yumruk atmasıyla tekrar gafil avlanmıştı. Harry, sağ ayağını Sirius’un göğsünü hedef alarak kaldırdı, ama Sirius bu sefer Harry’nin ayağını iki eliyle birden yakalayıp çevirdi ve Harry’nin dengesini kaybedip yere düşmesine sebep oldu. Sirius, bir anlık sinirle, yerde yatan çocuğu tekmelemeye başladı; ayağıyla Harry’nin kaburgalarına vuruyor, Harry ise aldığı darbeler yüzünden haykırıyordu. Sirius, göğsünün içinde kalbinin dehşetle attığını hissetti. Ona zarar verdiği için kendini tuhaf bir şekilde suçlu hissediyordu. Bir anda, on altı yaşında bir çocukla düello ettiğinin ve onu yaraladığının bilincine vardı. Niyeti ve amacı ne olursa olsun, Karanlık Prens sadece bir çocuktu. Sirius’un tereddüde düştüğü bu andan faydalanan Harry, ayağa fırladı.

“Bunu ödeyeceksin, Black!” diye bağırdı ona.

İnanılmaz bir hızla harekete geçip Sirius’u tekrar yere yapıştırdı. Şimdi, Sirius’un başında, asasını onun iki gözünün ortasına doğrultmuş dikiliyordu. Harry, ağzından daha tek bir kelime dahi çıkartamadan, kaburgalarında bıçak gibi keskin bir acı hissetti. Bir eliyle kaburgalarını tutarak Sirius’tan geriye doğru sendeledi. Elini çektiğinde kanlar içinde olduğunu fark etti. Ayırma büyüsüyle vurulmuştu. Acıyı elinden geldiğince duymazdan gelerek onu kimin vurduğuna bakmak için döndü.

James, asasını ona doğrultmuş halde, merdivenlerin yanında duruyordu. Harry yeniden iç çekti.

“Hiç öğrenmeyeceksin, değil mi, Potter? Gücünü aşan şeylerden uzak dur!”

“Can çıkar huy çıkmaz,” diye cevapladı James, gözlerini çocuktan ayırmayı göze alamayarak.

“Belli oluyor,” dedi Harry ve neredeyse ışık hızında ona başka bir Ninja yıldızı gönderdi.

Harry’nin elinden bir şey uçarak gelirken, James yana kaymayı başardı. Yine de, yıldızın kolunu sıyırıp geçmesine engel olamamıştı. Harry, kırmızı sıvının James’in kolundan akışını ve mavi cüppesine yayılışını gördü. Görüntü, bir an için, Harry’nin soluğunu kesti. Harry, düşüncelerini bir kenara bırakıp asasını James’e doğru yöneltti, ancak daha saldırıya geçemeden, üç ışık bir anda gelip jet hızıyla onu vurmuştu.

Harry kendini hızla havaya uçarken buldu ve birkaç metre ötede yere çakıldı. Çürümüş kaburgaları düşmenin de etkisiyle onu şoka uğratırken acıdan soluğu kesildi ve başı döndü. Nefes almaya çalışırken başını kaldırıp üç Seherbaz’ın da asalarını ona doğrulttuğunu gördü. Harry alçak sesle küfretti.

Sirius, Moody ve Kingsley asalarını Harry’ye doğrultmuş bekliyorlardı. James de yürüyerek onlara katıldı; gerekirse, onu lanetlemeye hazırlardı. Harry temkinli bir şekilde ayağa kalktı ve yüzünü düşmanlarına doğru çevirdi.

“Elinizden geleni ardınıza koymayın!” dedi alçak ve tehlikeli bir sesle; kalkanını kaldırmaya hazırlanıyordu.

Kalkanı canlanarak ona doğru gönderilen dört büyüyü kolaylıkla yolundan saptırdı. Seherbaz’ların yüzündeki şok ve inanmazlık ifadelerine hafifçe güldü. Harry’nin oluşturduğu sihirli kalkan, onu bütünüyle sarmıştı. Yanardöner mavi bir kabarcığın içinde duruyordu. Hiçbir büyünün ona dokunma şansı yoktu. İyiden iyiye afallamış görünen Seherbaz’lara iki ayrı Incendio büyüsü yollamak için kısa bir anlığına kalkanını indirdi. İşte, bundan sonra olacakları hiç kimse beklemiyordu.

Harry’nin büyüsü Sirius ve Moody’ye doğru uçarken, kendi kalkanlarıyla büyüyü saptırdılar. Dört Seherbaz da önlerinde duran tek bir çocuğa kilitlenmişti. Harry’nin kalkanını indirdiğini gören dört Seherbaz aynı anda, birbirlerinden habersiz, atağa geçtiler. Harry hazırlıksız yakalandı ve dört büyünün gücü onu tekrar havaya uçurdu. Uzaktaki bir duvara çarparak zemine yığıldı. Harry’nin sağlam olmayan zemine değmesi ile zemin titreyip parçalandı. Dört Seherbaz da, korkudan dona kalmış bir halde, çocuğun altındaki zeminin çöküşünü izledi; Harry tutunmamış, beton zeminin üstünde aşağı düşmüştü.,

Dört Seherbaz, yaptıklarından tiksinerek öylece kalakalmıştı. Kendine ilk gelen, James oldu. Hileyle kandırarak getirdikleri on altı yaşında bir çocuğu öldürmemiş olmak için dua ederek merdivenlerden aşağı koştu.

Son merdivenleri de inmişti ki, yeni gelenleri fark etti. Ölüm Yiyen’lerle çarpışan bordo cüppelilerin görüntüsü, şok içinde nefesini kesti.

“Bu da ne?” diye çıkıştı, bakışları adamlara kitlenmiş bir halde. “Keskin Nişancıların burada ne işi var?”

“Ben çağırdım.”

James dönüp, arkasında Sirius ve Kingsley ile duran Moody’ye baktı.

“Sen mi?” diye sordu Moody’ye. “Neden?”

“Desteğe ihtiyacımız vardı!” dedi Moody sertçe. “Ölüm Yiyen’ler gelmişti ve bizden geriye sadece dört kişi kalmıştı,” diye gürledi. “İmdat çağrısı yolladım; çağrıyı, Bakanlık Seherbaz’ları yerine bunlar almış.”

James, Moody’ye bir şey söyleyecek sabrı bulamadı kendinde. Sinirden köpürmüş bir halde ondan uzaklaştı ve mücadelenin ortasına doğru yöneldi. Yerde dizlerinin üzerine çökmüş üç bordo cüppeli adam, maskeli çocuğu ağır bir moloz yığının altından çıkarmaya çalışıyordu.

“Yo, hayır!” James onlara doğru koşarken, bir yandan da çocuğu öldürmemiş olmayı umuyordu.

Tiz bir çığlık dikkatini dağıttı ve siyah saçlı bir Ölüm Yiyen’in, çocuğu enkazdan çıkarmaya çalışan üç büyücüye doğru hızla koştuğunu gördü.

“Ne yaptınız?” diye öfkeyle haykırdı Ölüm Yiyen, üzerlerine doğru atlarken.

James, Kingsley, Sirius ve Moody onun Keskin Nişancı Büyücülere ulaşmasını engellemek için koştular. Hepsi onun kim olduğunu biliyordu: Voldemort’un tek kadın Ölüm Yiyen’i.

“Bella!” diye seslendi Sirius, ona; ama kadın onu duyamıyordu. Üzerine gelen Seherbaz’larla fazlasıyla meşguldü; Keskin Nişancılara ulaşabilir, Karanlık Prens’i kurtarabilirdi.

Dört Seherbaz’ı öldürmeye çalışan ve Keskin Nişancılara ulaşmaya çalışan Bella’ya iki maskeli Ölüm Yiyen daha katıldı. James, Sirius, Moody ve Kingsley onlarla düello ederek, onları çocuktan uzak tutmaya çalıştılar.

James’in, düello esnasında dikkati dağıldı. Keskin Nişancılar, enkazdan bilinçsizce yatan çocuğu çıkarmış, beton zemine yatırmıştı. James, çocuğun yüzünün hâlâ maskeli olduğunu fark etti, ama cüppesi kanla kaplıydı. Kalbinin huzursuzca teklediğini hissetti.

Keskin Nişancılardan birinin, iki parmağını çocuğun boynuna koyarak nabzını kontrol ettiğini gördü. Adam elini çekti ve ardından diğer iki adama onaylarcasına başını salladı.

“Yaşıyor.”

James kelimeyi duydu ve tüm vücudunun baştan ayağa rahatladığını hissetti.

Aynı Keskin Nişancı, bir eliyle çocuğun kolunu tutarken, diğer eliyle cüppesinin cebinden siyah bir küre çıkardı. Küreyi harekete geçirdikten bir iki saniye sonra, baygın çocukla birlikte ortadan kayboldu.

James, içinde büyüyen korkunç bir öfke dalgası hissetti. Keskin Nişancı Büyücüler, Karanlık Prens’i almıştı. Onca planı ve tuzağı kuran Yoldaşlık’tı, ama sonunda çocuğu alan onlar olmuştu. Çocuğu tam olarak nereye götürdüklerini biliyordu; Keskin Nişancıların, suçluları, yargılanıp hüküm giyene kadar tuttuğu tek bir yer vardı: Nurmengard.

* * *

10. BÖLÜM 15 Ağustos 2019’da FANTASTİK CANAVARLAR’da!

Çeviren: Tuba Toraman

The post Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #9: Yapılmış En İyi Plan appeared first on Fantastik Canavarlar.

Karanlık Prens –İçimdeki Karanlık #10: Nurmengard

$
0
0

Karanlık Prens - İçimdeki Karanlık #10: Nurmengard

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

7. BÖLÜM

8. BÖLÜM

9. BÖLÜM


Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin onuncu bölümü!

bölüm 10

Nurmengard

Yoldaşlık üyeleri, Keskin Nişancıların gelip Karanlık Prens’i almalarıyla planlarının nasıl suya düştüğünü anlatırlarken, Dumbledore hayal kırıklığı içerisinde dinledi.

“Hep Moody’nin suçu!” diye inledi Sirius. “Keskin Nişancı ekibi o çağırdı.”

“Nişancı ekibini ben çağırmadım!” diye çıkıştı Moody. “Ben imdat çağrısı gönderdim, onu da Seherbaz’lar yerine onlar almış!”

“Çağrıyı buraya, karargâha göndermeliydin,” dedi James, ziyadesiyle sinirlenmişti. “Yoldaşlık takviye ekip gönderirdi.”

“Peki ya, karargâhta çağrıyı alacak biri olmasaydı?” diye karşılık verdi Moody, alçak ve boğuk bir sesle; sesinde öfke vardı. “Karargâhta her zaman birileri olmuyor. O zaman ne yapacaktım acaba? Protokole uydum ben! Sayıca az kaldığımızı görüp destek istedim. Yanlış bir şey yapmadım!”

“Yanlış bir şey yapmadın mı?” diye gürledi James. “Çocuğu Bakanlık’a verdin! Şimdi olacaklar üzerinde kontrolümüz yok. Fudge muhtemelen çocuğu derhâl öldürtecektir.”

Sözler ağzından çıktığı vakit, James bunun düşüncesiyle bir anda yüreğinin acıyla burkulduğunu hissetti. Nedenini anlamıyordu, ama Ruh Emici’lerin çocuğa saldırma düşüncesi son derece canını sıkıyordu. Bir çocuğun böyle acımasız bir şekilde yok edilecek olmasının onu normal olarak endişelendirdiğini düşündü ve kafasındaki şüpheleri kovmaya çalıştı.

“Bunu yapamaz,” diye teselli etti Kingsley. “Bakanlık, çocuğun ölümüne karar vermeden önce, onu duruşmaya çıkarmak zorunda.”

“Evet, ama Bakanlık’ın öyle bir şey yapacağını sanmıyorum,” dedi Remus. “Kim Olduğunu Bilirsin Sen’e dair her bilgiyi almak isteyecektir. Ancak, istediğini almaz ya da çocuk buna boyun eğmezse, işte o zaman, Fudge onu yok eder. Büyücü dünyasının, her şeyin onun kontrolü altında olduğuna inanmasını ve onun Sihir Bakanı olarak nasıl bir farklılık yaratabileceğini bilmesini isteyecektir. Karanlık Prens’i öldürtmek ona ömrü hayatında sahip olamayacağı popülerliği verecek ve siyasi kariyerinde onu en yukarı taşıyacaktır.”

“Yapabileceğimiz bir şeyler olmalı,” dedi James, çaresizce. “Dumbledore?” diyerek umut içinde ona döndü.

Yorgun bir iç çekişle, Dumbledore birbirine kenetleyip dayandığı ellerini ayırdı ve aşağıya indirdi.

“Yoldaşlık’ın Karanlık Prens’i getirmede başarılı olacağını ummuştum,” diye başladı, bu sırada yerinde huzursuzca kıpırdanan Moody’yi görmezden gelerek. “Çocuk yoluyla Voldemort’a ulaşabilme şansımız olduğuna gerçekten inanmıştım. Ama ne yazık ki, başarısız olduk.” James’e baktı. “Korkarım ki, Karanlık Prens Bakanlık’ın elindeyse, durumun gidişatını değiştirmek için yapabileceğimiz bir şey yok. Bakan Fudge hiçbir mazeret dinlemeyecektir. Voldemort’a olan korkusu, onu tuzağa çekmeye istekli olmayacağının bir göstergesi. Halkın desteğini kazanma umuduyla çocuğu yok edecektir.”

Dumbledore’un bu sözleri üzerine, James içinin ezildiğini hissetti.

“Çocuğu ölmüş bilin,” dedi Sirius, Karanlık Prens’i kastederek.

“İyi!” diye homurdandı Moody. “Bir düşman daha eksildi.”

James oturduğu yerde daha fazla duramayarak masadan kalkıp gitti. Küçük yemek odasından ayrılıp mutfağa doğru geçti. Resmi bir bilgilendirme toplantısı olmadığı için, James orayı terk ederek yanlış bir şey yaptığını düşünmüyordu.

“James? Çatalak, beklesene!” diyerek ardından gitti Sirius. “Neyin var?” diye sordu, arkadaşının yüzündeki endişeyi görünce.

“Bilmiyorum!” dedi James, sesi öfkeli geliyordu. “Ne olduğunu bilmiyorum, ama yanlış olan bir şey var!”

Sirius anladığını düşündü.

“Karanlık Prens’in Ruh Emici Öpücüğünü almasını mı diyorsun?” diye sordu. “Biliyorum; her şeyden önce bir çocuk olduğunu düşünürsek, tüm bu olanlar tuhaf geliyor.”

James elini saçlarının arasından geçirdi; bu, yıllar içinde edindiği, gerginliğini gösteren bir huydu.

“Kahretsin!” diye tısladı. “Tüm planı yapan da, hayatlarını riske atan da bizdik ama onu göremiyoruz bile!”

Sirius ona tuhaf bir bakış attı.

“Onu görmek mi?” diye sorguladı.

“Anlarsın ya, onu görmek,” diye tekrar etti James. “Nasıl göründüğünü görmek.”

“İyi de, sana ne bundan?” diye sordu Sirius, bir kaşı kalkmış halde; hafiften sırıtıyordu.

James bir anlığına duraksadı, Sirius’a bakıyordu.

“Nasıl göründüğünü merak etmiyor musun?” diye sordu. “O maskenin altında nasıl birinin olduğunu?”

Sirius omuz silkti.

“Pek değil,” diye yanıtladı. “Beni ilgilendirmiyor. Voldemort’un oğlu, sonuçta. Ona benziyordur,” diyerek geçiştirdi.

James bir şey söylemedi ama gözlerini kaçırdı; aklı, hâlâ, çocuğu görmeyi başaramamış, onunla konuşamamış veya maskesiz halini görememiş olduğu gerçeği yüzünden allak bullaktı.

“Keşke onu tutuklayan biz olsaydık,” dedi, derin bir iç çekerek.

“Biliyorum,” diye cevap verdi Sirius, anlayışla. “Düşünsene, bizim elimizde olsaydı, şu sıralar onu sorguluyor olurduk.”

James Sirius’a baktı; adeta kalbi göğsünde acı içinde takla atıyordu. Sirius’un sözleri çocuğun Nurmengard’da neler yaşadığını düşünmesine sebep olmuştu.

* * *

Bilinci yerine geldiğinde, Harry bir metalin başka bir metale çarpmasına benzer hafif bir ses duydu. Gözleri açıldı ama odaklanamıyordu; görüşü bulanık ve pusluydu. İnsanların konuştuğunu duyabiliyordu; kısık sesle konuşuyorlardı ve sesler tanıdık gelmiyordu. Tamamen uyanması, zihninin uyuşukluk halinden çıkması birkaç dakikasını aldı; kendine geldiğinde ise yeniden bayılacak gibi oldu. Ağrı katlanılmaz bir haldeydi. Öyle ki, Harry bu ağrının nereden geldiğini algılayamıyordu. Her bir yanı ağrıyor ve kaburgaları o kadar çok acıyordu ki, doğru düzgün nefes almakta bile zorlanıyordu.

“Kendine geldin, öyle mi? Çabuk oldu,” dedi, ağır Galler aksanına sahip bir ses.

Harry’nin önünde bir yüz belirdi; ona doğru eğilmiş gülümsüyordu. Harry o anda bir yatakta uzanmış olduğunu fark etti. Birkaç kez gözlerini kırpıştırdı, nerede olduğunu çıkarabilmek için görüşünü düzeltmeye çalışıyordu. Bu hareket orta yaşlı adamı gülümsetti.

“Nurmengard’dasın,” dedi kahverengi saçlı adam, sanki Harry’nin aklındaki soruyu okumuşçasına. “Ben Şifacı Bennett, Hapishane Şifacısı. Duruşmaya kadar seni iyileştirmek benim görevim.”

Harry’nin düzgün nefes alamadığını gören Şifacı, hem içten hem dıştan ne kadar yara aldığını anlamak için elini karnına koydu. İçgüdüsel olarak, Harry’nin eli kalkarak adamı bileğinden yakaladı.

Şifacı irkilmişe benziyordu, ama çabucak sakinleşmeyi başardı.

“Sakin ol, sana zarar vermeyeceğim,” dedi, çocuğun kavrayışından kurtularak.

Harry homurdandı, ancak Şifacı karnına eliyle baskı uygulayınca homurdanma sesi yerini acıyla inlemeye bırakmıştı.

“Fena düşmüşsün,” dedi Şifacı, sohbet etmeye çalışarak. “Bacağın iki yerden kırılmış ve beş kaburga kemiğin de çatlamış.” Parmaklarıyla kırık kaburgaları dürtüp Harry’nin acı içinde inlemesine sebep olarak başını iki yana salladı. “Ölmediğin için şanslısın.” Sonra çocuğa bakarak ekledi, “Belki de, şanslı doğru kelime olmayabilir.”

Harry gözlerini kapattı, acıdan sıyrılıp kafasını toparlamaya ve neler olduğunu kestirmeye çalışıyordu.

Yakalanmıştı.

Yakalandığına inanamıyordu. Kalkanını indirip dört Seherbaz’ın ona saldırmasına fırsat verdiği için kendi kendini azarladı. Son hatırladığı büyük bir hızla iki kat aşağı düştüğü ve beton zemine çakıldığıydı. Canının bu kadar yanmasına şaşmamalıydı.

Gözlerini açtı ve görüşünün netleştiğini anlayınca içinden derin bir oh çekti. Gözlerini odada gezdirdi; odanın gri duvarları ve penceresinin olmaması onu daha iyi hissettirmemişti. Harry, metalin metale çarpmasıyla ortaya çıkan tıngırtıyı tekrar duydu ve kafasını sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Kısa sarı saçlı ve mavi gözlü bir adamın biraz ötesinde oturduğunu gördü. Adamın önünde, küçük bir el arabasının üzerinde metal bir tepsi duruyordu. Tepside ufak bir metal yığını görülüyor ve adam oturduğu yerde, o nesnelerden birini metal tepsiye vurarak oynuyordu. Harry bu nesnenin hançer olduğunu anladı, kendi hançeriydi.

Silahlarını başkasının elinde görünce içini bir öfke kapladı. Gözlerini kısarak adama baktı; öfkeyle dişlerini sıkıyordu.

“Kes şunu!” diye gürledi adama; ağzından çıkan tek bir kelime bile acı içinde solumasına sebep olduğundan daha fazla konuşamadı.

Adam hançerle oynamayı bıraktı ve Harry’ye pis pis sırıttı. Şifacı, Harry’nin neden bahsettiğini görmek için kafasını çevirdi. Adamı hançerle görünce ise, başını iki yana salladı.

“Onun eşyalarına dokunmamanı söylemiştim,” dedi, sarı saçlı adama.

Adam kahkaha atarak ayağa kalktı; Harry ile Şifacı’ya doğru yürüdü.

“Artık onun eşyaları değil. Bunlar el konulmuş ağır silahlar,” diyerek Harry’ye vahşi denebilecek bir şekilde sırıttı. “Sahip olduğun tüm eşyalar burada,” dedi; bu sefer doğrudan Harry’yle konuşuyordu. “Yazık. O kadar silahın var ve yine de yakalanıyorsun,” diyerek kıkırdadı.

Harry ona ters ters baktı, Şifacı’nın onu muayene ettiği esnada çektiği ıstırapla çenesi kaskatı kesilmişti; ağrısı git gide artmış ve yeni seviyelere ulaşmıştı.

“Jackson, izin verir misin?” dedi Şifacı, sesi hafiften sinirli gelerek. “Birkaç dakika içinde tamamen senin olacak. O zaman istediğin kadar alay edebilirsin. Önce, onu iyileştirmeme müsaade et.”

Bunun üzerine, Jackson isimli adam mavi gözlerini Harry’den hiç ayırmayarak itaatkâr bir tavırla geri çekildi.

“Evet, başlıyoruz,” dedi Şifacı, asasını çıkartarak. “Bu birazcık canını yakacak.”

Büyü kaburgalarına isabet ettiğinde ve aynı anda beş kırık kaburga kemiği yerine tekrar yerleştiğinde, Harry feryadı kopardı. Akıl almaz derecede acı verici ama hızlıydı. Harry nefes aldı; artık düzgünce nefes alıp verdiği için rahatlamıştı. Kaburgaları hâlâ acıyordu, ancak artık daha katlanabilir bir hâl almıştı.

“Canın yanmaya devam edecek,” dedi Şifacı, Harry’nin bacağını kontrol etmek için yatağın ucuna doğru ilerlerken. “Sana işbirliği yapmanı ve Nurmengard’dayken gardiyanlara zorluk çıkarmamanı öneririm,” dedi Şifacı, el arabasının yanında oturan sarı saçlı adama tekrar bakarak. “Böylesi senin için daha iyi olur. Onlara sebep vermezsen senin canını yakmazlar.” Şifacı’dan gelen bu tavsiye içten görünüyordu.

Harry nefretle parlayan gözlerini sarı saçlı adama dikti. Nurmengard’ın gardiyanı, Paul Jackson kaşlarını kaldırarak Harry’ye pis pis sırıttı.

“Tamam, tekrar hazırla kendini,” dedi Şifacı ve Harry’nin bacağındaki iki kırık kemiği düzeltmek için büyülü sözleri söyledi.

Ağrının bıçak gibi saplanmasıyla Harry dişlerini sıktı. Vücudu kaskatı kesilmişti. Burnundan hızlı hızlı soluyor, bacağında patlak veren şiddetli ağrının sarsıntısıyla başa çıkmaya çalışıyordu. Acı dinmişti, ancak hafiften zonklamaya devam ediyordu.

Şifacı asasını cebine koyarak Harry’den geriye doğru çekildi.

“İşte, hepsi bitti,” deyip bakışlarını Jackson’a çevirdi. “Ona iksir verip veremeyeceğimi öğrendin mi?”

Jackson başını iki yana salladı.

“Standart kurallar,” dedi. “Mahkûmlara iksir verilemez.”

 

Şifacı Bennett, Harry’ye tekrar baktığında kuşkulu görünüyordu.

“Bu özel bir durum. Buraya getirilen çoğu hastadan çok daha yaralı ve… o bir çocuk.”

Jackson Şifacı’ya döndü.

“Suçu üzerine almaya hevesliysen hiç durma,” dedi. “Ona ağrı kesici bir iksir mi vereceksin, her ne vermek istiyorsan ver, ama sorumluluğunu almaya da hazırlıklı ol.”

Şifacının, protokole aykırı olsa da, çocuğa biraz ağrı kesici iksir vermeyi cidden düşünüyormuş gibi bir hâli vardı.

“Kimse sana acımayacaktır,” diye belirtti Jackson. “Kuralları çiğnemiş olursun, peki ama kimin için?” Harry’yi kızgın bakışlarla süzüyordu.

Şifacı Bennett de Harry’yi süzdü; merhameti, çocuğun babasının kim olduğunu hatırlamasıyla buharlaşıp gitmişti.

“Burada işim bitti,” dedi Şifacı. “Onu götürebilirsin.”

Jason sırıtarak Harry’ye doğru yürüdü. Daha tek bir kelime dahi edemeden, Harry doğrulup oturmuştu; ne yapacağının söylenmesini istemiyordu. Bu hareketi gardiyanı eğlendirdi.

“Bizim küçük ünlümüz,” diye sataştı. “Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen’in oğlu.”

Harry sırıtmaktan kendini alamadı. Adam o kadar korkuyordu ki, babasının adını yüksek sesle söyleyemiyordu bile. Ne kadar büyük bir tehdit unsuru olabilirdi ki?

Dişlerini sıkarak iki bacağını da yatağın kenarından sarkıttı. Kırık kemikleri düzeltilmiş olsa da, şişlik ve morartıyla birlikte, ağrısı da vardı. O da, yalnızca, zamanla ve bir kısım iltihap önleyici iksirle geçerdi. Biraz ağrı kesici iksire de hayır demezdi, doğrusu.

“Seni bu kadar uzun süre sakladığına inanamıyorum,” diye devam etti Jackson. “Sen küçük pis bir sürprizsin sadece.”

Harry tek kaşını kaldırdı.

“Bu, sen doğduğunda babanın annene söylediği bir şey mi?” Sesi hâlâ kulağa çatallı ve sancılı geliyordu, ama Harry hakaret etmekten de geri kalmamıştı.

Jackson buna alınmıştan çok eğlenmişe benziyordu.

“Seni küçük fırlama!” diyerek kıkırdadı. “Eğleneceğiz seninle.”

“Sabırsızlanıyorum,” diye ekledi Harry, duygusuzca.

Jackson dönüp Harry’nin eşyalarıyla dolu olan tepsiyi işaret etti.

“Anladığın üzere, sen kendinde değilken eşyalarına el koydum,” dedi, başıyla tepsiyi göstererek. “Onları bir daha göremeyeceksin.” Bu sırada parmaklarını şaklattı ve Harry’nin silahlarının olduğu tepsi şak diye ortadan kayboldu. Harry’nin gözüne, tepside duran hançeri, bıçağı ve Ninja yıldızlarıyla birlikte gümüş maskesi de ilişmişti. Hep taktığı siyah gümüş yüzüğü ise, maskenin üzerindeydi. Hepsinin ortadan kaybolmasıyla tepsi bomboş kalmıştı. Harry öfkeyle Jackson’a baktı. “Senden alamadığım tek şey bu,” dedi Jackson, Harry’nin boynundan sallanan gümüş kolyeyi işaret ederek. “Küçük cici şeyi,” diye yorumda bulundu. “Çıkarmaya çalışırken beni odanın öbür tarafına fırlattı,” diye ekledi ve Harry’ye baktı; mavi bakışları sertleşmişti. “Çıkar onu.”

Harry gardiyanla göz hizasına gelebilmek için kendini ayağa kalkmaya zorladı. Bacakları ağırlığının altında titriyordu ve felç edici bir ağrı birden bacağına saplanmıştı. Ama yine de ayakta durmaya gayret etti.

“Dene istersen!” diye tısladı Harry.

Jackson tekrar pis pis sırıtmadan önce bir an için bakışlarını ona dikti.

“Önümüzdeki birkaç gün sayende çok ilginç geçecek!” dedi, sırıtışı bütün yüzüne yayılarak.

Gümüş kolyeyi daha fazla mesele haline getirmeden, Harry’den uzaklaşarak geriye doğru çekildi. Harry kolyeyi tuttuğu gibi cüppesinin altına koydu. Bunun üzerine, göğsünde hissettiği serinlik onu rahatlatmıştı. Bu karmaşanın arasında en azından babasından bir parça onunla birlikteydi.

* * *

Ne kadar acı verici olursa olsun, Harry iki yanında gardiyanlarla uzun dolambaçlı koridor boyunca yürüdü. Jackson, Harry’nin hücresine giden soğuk karanlık koridorda onların başını çekiyordu.

Harry zindana girerken gözleri zindanın her bir köşesini taradı. Simsiyah duvarlar sonsuzluğa uzanıyor gibiydi ve görünürde hiçbir pencere olmaması, Harry’nin cesaretini kırmıştı. Lucius’la çalışma saatlerinden birinde, Nurmengard ile ilgili bir şeyler okumuştu. Bu yeri inşa eden büyücü Gellert Grindelwald hakkında okuduklarını hatırladı. Bu kaleyi düşmanları için inşa etmişti, ama Dumbledore neredeyse elli yıl önce onu mağlup ettiğinde, sonunda buraya hapsedilen kendisi olmuştu. Grindelwald, birkaç yıl önce, tam da bu yerde ölmüştü. Ölümünden sonra, bu yer hapishaneye dönüştürülmüştü. Şimdiyse burası, Keskin Nişancı Büyücüler ve Bakanlık tarafından, duruşma günlerine kadar mahkûmları tutmak için kullanılan bir yer haline gelmişti.

Harry, omuzlarının arasına aldığı sert bir darbeyle neredeyse dengesini kaybediyordu. Onu iten gardiyana bakmak için arkasına döndü.

“Acele et!” diye bağırdı adam.

Harry’nin elleri yumruk şeklini almıştı, ama saldırmamak için kendini tuttu. Canını yakmak için bir bahane arıyorlardı zaten; bunu onlara vermeyecekti.

Harry, hırpalanmış ve çürümüş vücudunun müsaade ettiği kadarıyla adımlarını hızlandırdı. Bacağındaki zonklayan ağrının şiddeti artıyor ve hücresine çabucak varıp oturabilmek için dua ediyordu. Bir sürü boş hücre görebiliyordu, ama gardiyanlar yürümeye devam edip Harry’yi hapishanenin daha da derinlerine götürdüler. Harry bunu onun daha fazla canını yakmak için, ayakları üzerinde olabildiğince uzun süre durması için yaptıklarını biliyordu.

Gardiyanlar, nihayet bir hücrenin yanında durdular. Jackson hücreyi açtı ve demir parmaklıklı kapının orada durdu.

“Odanız, Prensim,” diye alay etti.

Harry küçük, karanlık ve penceresiz hücrenin yarattığı kapalı alan korkusunu bertaraf etmeye çalışarak içeri girdi. Jackson’a sırıtmak için yerinde döndü.

“Manzaralı bir oda istemiştim.”

Jackson tek kaşını kaldırarak ona baktı. Karşılık olarak hücrenin kapısını çarparak kapattı, gürültülü bir klik sesiyle kilitledi. Parmaklıklara yaslanıp Harry’ye baktı.

“Dinlenebildiğin kadar dinlen,” diye salık verdi. “Sorgulamalar senden çok şey alıp götürecek,” diyerek gülümsedi. “İyi geceler, Prensim. İyi uykular, sabaha görüşürüz.”

Arkasına iki adamı da alarak uzaklaşmaya başladı. Ne zaman ki, üç gardiyan da görüş mesafesinden çıktı, Harry o an duvara yaslanıp zemine doğru kendini bıraktı. Sırtını soğuk duvara dayayıp bacaklarını uzatmış, acı içinde soluk alıp vermemek için dudaklarını ısırıyordu. Madem canı bu kadar çok yanmaya devam edecekti, ne diye kırık kemikleri düzeltilmişti, merak ediyordu.

Aklı, yarın yüzleşmek zorunda kalacağı sorgudaydı. Birden panikledi; ya onu sorguya çekerlerken Veritaserum kullanılırlarsa?  Bu düşünceden kurtulmak için kafasını salladı.

“Sakinleş, Harry!” diye azarladı kendini. Yarın olduğunda bununla yüzleşecekti, nasılsa. Şu anda endişelenmesinin bir manası yoktu.

Kafasını kaldırıp hücre kapısına baktı. Dudağını ısırarak kendini toparladı, yavaşça ayağa kalktı, ağrılı bacağına yüklenmemek için elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Kapıya doğru yürüyüp baktı, kilitleme mekanizmasını tutan kare levhayı bulana kadar bir eliyle parmaklıkları yokladı. Kilidin açılması için anahtara değil, büyüye ihtiyaç vardı.

Harry gözlerini kapattı, derin bir soluk verdi ve kendini büyü yapmaya odakladı. Kapının kilidinin açılması otuz saniye sürdü; gürültülü bir klik sesi boş hücrede yankılanmıştı. Harry gözlerini açtı ve gülümsedi. İçinden, onu henüz sekiz yaşındayken asasız büyü öğrenmeye zorladığı için babasına teşekkür etti. O zaman bundan nefret etmiş, çok zor olduğu ve anlamadığı için karşı çıkmıştı; ama Voldemort, Harry’nin protestolarına karşı çıkarak onu eğitmeye devam etmişti. Harry on altı yaşına geldiğinde ise, asayla yapabildiği büyülerin neredeyse çoğunu, asasız da yapabiliyordu.

Harry iç çekerek kapıyı tekrar kilitledi ve yerine dönüp oturdu. Hücrenin kapısını açabiliyor oluşu, kaçabileceği anlamına gelmiyordu. Nurmengard ile ilgili okuduklarını gayet iyi hatırlıyordu. Burası, Atlantik Okyanusu ile çevrili küçük bir adaya inşa edilmiş bir hapishaneydi. Şu anki haliyle gardiyanları atlatsa bile, asası veya silahları olmadan hiçbir yere gidemezdi. Adada mahsur kalmıştı.

Harry keyifsizce babasının Hortkuluk’unu çıkardı ve elinde tuttu; zümrüt taşlı kolye ona tuhaf bir şekilde avuntu hissi veriyordu. Onu kolyeyi çıkarmaya zorlayacaklardı; Harry bunu biliyordu. Gardiyan, bu sebeple, şu anda bir şey yapmaya kalkışmamıştı. Tam da bu yüzden, Harry’nin olayları daha da ilginç hale getireceğini söylemişti. Jackson’ın meydan okumayı seven biri olduğu açıktı ve Harry’nin de böyle biri olduğunu biliyordu.

Harry kolyesini tekrar cüppesinin altına yerleştirirken iç geçirdi. Kolyeyi almaları için onu öldürmeleri gerekecekti. Hayattayken bu kolyeden asla vazgeçmeyecekti. Hortkuluk’u düşünmek aklına Voldemort’u getirdi. Babasının bu durumla nasıl başa çıktığını merak etti. Yara izi acıyordu, ama vücudunun geri kalanı kadar kötü değildi. Harry en azından bundan memnundu.

Bunun üzerine, Harry –Murphy’nin kanunları sağ olsun– yara izindeki karıncalanmanın giderek arttığını hissetti.

“Hayır, hayır, hayır!” diye fısıldadı, eliyle yara izine bastırarak. “Lütfen, baba! Şimdi değil!”

Yanma hissi ağrıya, ağrı da hızlıca ıstıraba dönüştü. Harry eliyle yara izine bastırırken ses çıkarmamak için dişleri ile üst dudağını deşiyordu. Ağrının şiddeti git gide daha da kuvvetlendi; öyle ki, Harry’den boğuk bir inilti yükseldi. Yara izi sanki tutuşmuştu. Harry yere kapaklandı, parmaklarıyla alnını tırmalıyordu. Sanki kızgın bir maşa alnına tutuluyordu.

Harry çığlık attı, sesi boş hücrede yankılanıyordu. Yara izinin böylesine şiddetli bir şekilde yandığını daha önce hiç hissetmemişti. Üstüne, yaralanmalarından kaynaklanan ağrı da eklenince, yara izinin acısına dayanma gücü kalmamıştı.

Yara izindeki yanma, Harry’ye saatler gibi gelen bir süre boyunca devam etti ve sonunda dinmeye başladı. Harry, buna minnet dahi duyamadan, dermansızlıktan bayılmıştı.

* * *

Voldemort odasında toplanmış Ölüm Yiyen’lere sırtı dönük bir şekilde ayakta duruyordu. Onlara bakamıyordu, çünkü ne zaman baksa çileden çıkıyordu. Bakışlarını pencereye odakladı, hiç olmazsa bir anlığına dikkatini dağıtmıştı.

Öfkesini kontrol altına alarak büyücü topluluğuna döndü. Bakışları, tek kadın Ölüm Yiyen’in üzerindeydi; kadını başı öne eğik, endişeli bir halde görünce öfkesi neredeyse on kat daha büyük bir şiddetle geri gelmişti. Bella onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Harry’yi geri getirmeyi başaramamıştı. Oğlu esir alınmışken kendisi geri dönmüştü. Asasına davranıp onu durduğu yerde öldürmemek için kendini zor tutuyordu.

Bella, Voldemort’un nefret dolu bakışlarını üzerinde hissetmiş gibi kafasını kaldırıp ona baktı; ona yöneltilen hayal kırıklığı dolu bakışları zihninden uzaklaştırmak için gözlerini sımsıkı yumdu. Efendisinin asasından ona doğrultulan Cruciatus lanetini hissetmeyeli yıllar olmuştu. Bu acıyı hak etmişti; bunun farkındaydı. Lanet onu vurduğunda gördüğü işkenceyle, Lord’unu ne kadar çok hayal kırıklığına uğrattığını biliyordu. Harry’yi düşündü, onu gözünün önünde canlandırdı; yüzüne yayılan o oyunbaz sırıtışını görebiliyor, kahkahası kulağında çınlıyordu. Kalbi duracak gibi oldu. Harry’yi de hayal kırıklığına uğratmıştı.

Ondan birkaç adım ötede Lucius Malfoy duruyordu. Lucius daha on dakika önce Lord Voldemort tarafından çağrılmıştı. Lordunun onu neden böyle apar topar çağırdığını anlamamıştı, ta ki neler olduğunu öğrenene kadar. Her zamanki duygusuz ifadesini takınmıştı, ama aslında panik içindeydi. Harry esir alınmıştı ve Yoldaşlık’ın onu nerede tuttuğuna dair hiçbir fikirleri yoktu. Harry, Yoldaşlık’ın mı yoksa kırmızı cübbeli Keskin Nişancı Büyücülerin mi elindeydi; bunu bile bilmiyorlardı. Eğer ikinci senaryo gerçekleşmişse, Harry herhangi bir yerde olabilirdi.

Lucius, Efendisinin bakışlarını yönelttiği Bella’ya baktı. Bella’yı görünce içinde büyük bir hayal kırıklığı hissetti. Harry’nin yakalanmasına nasıl izin verebilmişti? Harry’ye yardım etmek için gönderilen kendisi olsaydı, başarısız olmazdı. Harry’ye ulaşmak için Yoldaşlık’ın altını üstüne getirirdi.

Voldemort’un odasının kapıları açıldı ve bir Ölüm Yiyen telaşla içeri girdi. Adam, Voldemort’un önünde durup eğildi.

Voldemort hızla adama doğru yürüdü; gözlerini kısmış ona bakıyordu.

“Snape!” diye tısladı. “Neler öğrendin?” diye sordu, aceleyle.

Yüzü kuru kafa maskesinin altında gizlenmiş olan Severus Snape ayağa kalktı. Maskesini çıkardı; böylece Lord Voldemort doğrudan gözlerine bakabilecek, yalan söylemediğini anlayacaktı.

“Lord’um, Yoldaşlık’ın elinde değil,” diye yanıtladı.

Voldemort öfke ve hiddetle tıslayarak gözlerini kapattı. Ölüm Yiyenler’in hepsi, Efendilerinin patlamaya hazır halinden korkmuş bir halde bir adım gerilediler.

“Bakanlık’ın elinde,” diye devam etti Snape; koyu gözleri Voldemort’un tepkilerini ölçüyordu. “Bakanlık, Keskin Nişancı Büyücüleri ardından göndermiş. Yoldaşlık’ın gönderdiği imdat çağrısını almışlar ve bu sayede Karanlık Prens’e Yoldaşlık’tan önce ulaşabilmişler.”

Voldemort yağlı saçlı profesöre doğru tek bir adım attı. Kırmızı gözleri öfkeyle parlıyordu; öfkesi öyle derindi ki, korku vericiydi. Snape göz temasını kesmek zorunda kaldı.

“Onu nereye götürmüşler?” diye sordu; sesi tehlikeli bir şekilde alçalmıştı.

Snape ağır ağır yutkundu, korkusunu derinlere itmişti.

“Bilmiyorum, Lord’um.”

Snape işkence göreceğinden emindi. Karanlık Lord’un aniden değişen yüz ifadesi korkudan tüylerini diken diken etti. Kırmızı gözlerindeki bakışı, akıl almaz bir acıya işaret ediyordu.

Haklıydı.

Cruciatus laneti, bütün gücüyle Snape’e vurmuş ve onu saniyeler içinde yere indirmişti. Büyü canına okumuştu; kemikleri eziliyor, kasları ters dönüp yırtılıyor ve kanı ıstırap içinde kaynıyor gibiydi. Lanet kalktığında, Snape nefes nefese kalmıştı. Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı ve kendini toparlayıp kendini yerden kaldırdı.

Voldemort ona arkasını dönerek elini kaldırdı; arkalarındaki kapılar sertçe açılmıştı.

“Ayrılın!” diye tısladı, Ölüm Yiyen’lere. “Gidip Fudge’ın oğlumu nerede tuttuğunu öğrenin! Gün doğumuna kadar vaktiniz var.” Korku dolu görünen gruba döndü. “Yerini bulmadan sakın geri gelmeyin,” diye de uyardı.

Adamlar eğildiler ve aceleyle odadan ayrıldılar; Efendilerinin emirlerini nasıl yerine getirecekleri konusunda açıkça endişeli görünüyorlardı. Böyle bir bilgiye bu kadar kısa bir sürede nasıl ulaşabilirlerdi? Bella ve Lucius hariç hepsi ayrıldı. Voldemort onların da gitmesini isteseydi, hepiniz ayrılın diyeceğini biliyorlardı. Bu, onların gitmesi istenildiğinin tek sinyaldi. Aksi halde, odada beklerlerdi. Snape de, Karanlık Lord’un gazabından uzaklaşmak için orayı çabucak terk etti. Kapı arkasından kapandığında, geride Lord Voldemort’la sadece Lucius ve Bella kalmıştı.

“Lord’um,” diye tereddütle konuya girdi Lucius. “Bakanlık’taki kaynaklarımızdan Harry’nin nerede olduğunu öğrenebiliriz,” dedi, bir umutla. “Duruşmanın ertelenmesini sağlayabilirler, bu da bize her nerede tutuluyorsa onu kurtaracak zaman verir…”

“Yaralanmış.”

Sözler fısıltıyla söylenmişti ama iki adam da ne söylendiğini duymuştu. İkisi de bakışlarını Bella’ya doğrulttu. Bella, geniş kapaklı gözlerini onlara bakmak için kaldırdı.

“Zaman kaybedemeyiz. Ona hemen ulaşmalıyız,” dedi, acele bir ses tonuyla.

Voldemort bakışlarını başka yöne çevirdi; öfkeye kapılmamak için çaresizce mücadele veriyordu. Onu kontrolden çıkaran şey, Bella’nın anılarında oğlunun yakalanışını izlemiş olmasaydı. Harry’nin nasıl yara aldığını, üst kattaki çatıdan aşağıya doğru çarparak nasıl düştüğünü görmüştü. Üç adamın onu enkazdan nasıl kaba bir şekilde sürüklediğini izlemişti. Onların, aynı zamanda, Harry’nin yaşadığını söylediğini duymuştu. Bu, Harry’nin canını yakmamak için öfkesini kontrol altında tutmasını sağlayan tek şeydi. Ne kadar uzakta olursa olsun, Harry’nin aşırı öfkesinden bir şekilde etkilenebileceğini biliyordu ve Voldemort, Harry’nin ıstırabına bir yenisini daha eklemek istemiyordu. Ne durumda olduğunu ve neler çektiğini Merlin bilirdi.

* * *

11. BÖLÜM 19 Ağustos 2019’da FANTASTİK CANAVARLAR’da!

Çeviren: Duygu Baştürk

The post Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #10: Nurmengard appeared first on Fantastik Canavarlar.

Viewing all 1621 articles
Browse latest View live